Pages

blog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
blog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Şubat 2014 Pazartesi

0 TED Konuşmalarından

Boaz Almog Bir Süperiletkeni Uçuruyor
Boaz Almog olağanüstü bir olay olarak bildiğimiz kuantum kilitlenmesini, süperiletken bir diskin raylar üzerinde tamamen sürtünmesiz ve sıfır enerji kaybı ile nasıl hareket ettiğini gösteriyor.
Nicola Tesla’nın Hayatı
Marco Tempest projeksiyon eşleştirmesi ve açılır diyagramlı kitabı ile Nikola Tesla’nın heyecan verici hayatını anlatıyor.

Bir Siber-Sihir Numarası
Marco Tempest arttırılmış gerçeklik gözlüklerini geçiriyor ve daha önce hiç görmediğiniz bir kart numarası yapıyor.

Google’ın Sürücüsüz Aracı
 Sebastian Thrun, Google’ın, trafik kazalarını azaltmak ve hayat kurtarmak için geliştirdiği sürücüsüz aracın yapımına yardım etti.

Daha Az Eşya Daha Çok Mutluluk
 Daha az alanda, daha az eşya, bizi daha mutlu kılar mı? Graham Hill, niçin daha az alan kullanılması gerektiğini açıklıyor ve hayatımızı yeniden düzenlemeye yönelik üç yol öneriyor.


Her Gün Bir Saniye
Hayatınızda o kadar çok minik, güzel, komik, trajik anlar var ki-hepsini nasıl hatırlayacaksınız? Yönetmen Cesar Kuriyama sürekli devam eden projenin parçası olarak, hayatının bütün özel parçacıklarını biriktirmek için, her gün bir saniyelik video çekiyor ve herkesi bu projesine davet ediyor…

Sadelik Satar 
New York Times yazarı David Pogue teknolojinin en kötü arayüz-tasarımı suçlularını hedef alıyor ve sunuu eğlendirici hale getirmek için Bill Gates,Steve Jobs gibi kişilere şarkılar yazıyor.Gördüğüm en iyi sunumlardan biri.

19 Şubat 2014 Çarşamba

0 Abdullah Öcalan İmralı’daki Yaşamı

Sağlık sorunlarına yol açan fiziki nedenler dışında, İmralı’daki yaşamın katlanamayacağım bir yönü yoktur. Moral, bilinç ve irade gücü eskiye nazaran asla gerilememiş; tersine daha rafine hale gelmiş, estetikle beslenmiş ve güzel gelişme yönüyle zenginleşmiştir.
imrali-ocalan-oda_300İMRALI ADASI’NDA CEZAEVİ YAŞAMIMA DAİR
Şimdiye kadarki tüm yazılı savunmalarım ve sözlü diyaloglarımda kişisel yaşamıma pek değinmedim. Genel geçer sağlık sorunları ve idareyle geçinmeler dışında, sistemin özel olarak hazırladığı ve sadece bana uygulanan tecride karşı nasıl direndiğimi ve yalnızlığa nasıl dayandığımı anlatmadım. Sanırım en çok merak edilen konu, bu mutlak yalnızlığa ve durağanlığa karşı geliştirdiğim yaşam deneyimlerimdir. Daha çocukken, köyün güngörmüşlerinden olan ve bilge sayılan biri, hal ve hareketlerimi gözlemlerken, halen hatırımda olan şöyle bir cümle sarf etmişti: “Lo li ciyê xwe rûne, ma di te da cîwa heye?”Türkçesiyle, “Yerinde otur, sende cıva mı var?” demişti. Bilindiği gibi, cıva çok akışkan bir elementtir. Ben de öyle hareketli birisiydim. Mitolojik tanrılar düşünselerdi, herhalde İmralı kayalarına bağlamak kadar ağır bir cezayı akıl edemezlerdi. Buna rağmen tek kişilik hücredeki on iki yılımı doldurmuş bulunuyorum. İmralı, tarihte devletin üst yetkililerine uygulanan cezaların infaz edildiği bir ada olmakla ünlüdür. İklimi hem çok nemli hem de serttir. Fiziki olarak insanın bünyesini çökertmeye yatkındır. Kapalı oda tecridi eklenince, bünye üzerindeki yıpratıcı etkisi daha da artar. Ayrıca yaşlanma sürecinin başlangıcında adaya alındım. Uzun süre Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın denetiminde tutuldum. Son iki yıldır sanırım Adalet Bakanlığı’nın denetimi devreye girdi. Birer kitap, gazete, dergi ve tek kanallı bir radyo dışında iletişim imkânım yoktu. Tabii birkaç ayda bir yarım saatlik kardeş ziyaretleri ve ‘hava muhalefeti’ gerekçesiyle sıkça kesilse de, haftalık avukat görüşmeleri iletişim evrenimi teşkil ediyordu. Şüphesiz bu iletişim etkenlerini küçümsemiyorum ama ayakta durmak için yeterli ilişki değildirler. Ayakta durmayı, çürümemeyi zihnim ve iradem belirleyecekti.

Daha dışarıdayken kendimi hem yalnızlaştırmış hem de yalnızlığa karşı hazırlamıştım. Çok önemli bir bağımlılık ilişkisi olan aile, yakın akraba, hatta yakın arkadaş ve yoldaş ilişkisini soyutlaştıracak deneyimlerim olmuştu. Kadın ilişkisi önemli olmakla birlikte, o da soyutlaştırdığım bir ilişki alanıydı. Nazım Hikmet’in tamamen tersiydim. Çocuk edinmemeye ahdım vardı. Daha lisedeyken edebiyat hocasından on numara alan kompozisyon yazımın başlığı şöyleydi: “Sen benim için hiç doğmayacak çocuksun!” Sanırım bu yazıyla zorlu geçen çocukluk yaşamlarını konu edinmek istemiştim. Fakat tüm bu deneyimler İmralı’daki dayanma gücümü izah etmeye yetmez.

Şunu da belirtmeden geçmemeliyim. İmralı sürecinde bana dayatılan komplo, umudun zerresini bırakmayan cinstendi. İdam cezasının infazı ve psikolojik savaşın uzun süre gündemde tutulması bu amaçlaydı. İlk günlerde nasıl dayanabileceğimi ben bile tahayyül edemiyordum. Yıllar bir yana, bir yılı bile nasıl geçirebileceğimi düşünemiyordum. Kendi kendime yerindiğim şöyle bir düşüncem oluşmuştu: “Milyonlarca kişiyi daracık bir odada nasıl tutabilirsiniz!” Gerçekten Kürt Ulusal Önderliği olarak, zindana giriş koşullarında kendimi milyonların sentezi haline getirmiş veya getirilmiştim. Halk da böyle algılıyordu. İnsan ailesinden ve çocuklarından yoksun kalmaya hiç dayanamazken, ben ölümüne birleşmiş milyonların iradesinden bir daha hiç kavuşmamacasına ayrılmaya nasıl uzun süre dayanabilecektim! Halktan insanların birkaç satırlık mektupları bile verilmiyordu. Şimdiye kadar zindandaki yoldaşların büyük kısmı verilmeyen ve sıkı denetimden geçmiş az sayıdaki mektupları dışında ve birkaç istisna haricinde, dışarıdan hiç mektup almadım. Mektup gönderemedim. Bütün bu hususlar tecridin yol açtığı durumu kısmen anlaşılır kılabilir. Fakat benim konumumun özgün yönleri vardı. Kürtlere ilişkin birçok ilk’e çıkış yaptıran kişi konumundaydım. Yarım kalan bu çıkışların hepsi özgür yaşamın olmazsa olmazlarıydı. Halkımızdan herkese, her toplumsal alana ilişkin ilk çıkışı yaptırmış ama hiçbirini güvenilir eller ve koşullara terk edememiştim. Bir aşığı düşünün: İlk aşkı için çıkış yapmış ama tam tutuşacakken elleri hep havada kalmış. Benim toplumsal alanlardan özgürlük çıkışlarım da hep böyle havada kalmıştı. Kendimi toplumsal özgürlük alanlarında adeta eritmiştim. ‘Ben’ diye bir şeyi de pek geride bırakmamıştım. Toplumsal açıdan zindan süreci böylesi bir anda başlamıştı.
Aslında dış koşullar, devlet, idare ve cezaevinin kendisi saraylara özgü bir donanımda olsa dahi, bana özgü tecride nasıl dayanıldığını açıklamaya yetmez. Temel etkenler koşullarda ve devletin yaklaşımlarında aranmamalıdır. Belirleyici olan, benim kendimi tecrit koşullarına ikna etmemdir. Öyle büyük gerekçelerim olmalıydı ki tecride dayanabileyim, tecritte de olsa büyük bir yaşamın sergilenebileceğini kanıtlayayım. Bu temelde düşününce, öncelikle iki kavramsal gelişmeden bahsetmeliyim.
Birincisi, Kürtlerin toplumsal statüsüne ilişkindi. Şöyle düşünüyordum: Benim özgür yaşamı arzulamam için toplumun, bağlı olduğum toplumun özgür olması gerekirdi. Daha doğrusu, bireysel özgürleşme toplumsuz gerçekleşemezdi. Sosyolojik açıdan birey özgürlüğü tamı tamına toplumun özgürlük düzeyiyle bağlantılıydı. Bu varsayımı Kürt toplumuna uygulayınca, algılamam oydu ki, Kürtlerin yaşamı, etrafına duvar örülmemiş zifiri karanlık bir zindandan farksızdı. Bu algıyı edebi bir anlatım olarak sunmuyorum, tamamen yaşanan gerçeğin hakikati olarak ifade ediyorum. İkincisi, kavramı tam anlayabilmek için ahlâki bir ilkeye bağlılık ihtiyacı vardır. Kendini mutlaka bir topluma bağlı olarak yaşanabileceği konusunda bilinçli kılacaksın. Modernitenin yarattığı en önemli bir algı da, toplumsal bağlılığı olmadan da kendini yaşatabileceği konusunda bireyi ikna etmesidir. Bu ikna sahte bir anlatıdır. Öyle bir yaşam yoktur aslında, ama imal edilmiş sanal bir gerçeklik olarak kabul ettirilir. Bu ilkeden yoksunluk, ahlâkın çözülmüş olduğunu da ifade eder. Burada hakikatle ahlâk iç içedir. Liberal bireycilik ancak ahlâki toplumun çözülüşü ve hakikat algısıyla ilişkisinin kesilmesiyle mümkündür. Çağımızda hâkim yaşam biçimi olarak sunulması doğruluğunu kanıtlamaz. Tıpkı sözcüsü olduğu kapitalist sistemin ahlâki toplumun çözülmesi ve hakikat algısını yitirmesiyle mümkün olması gibi. Kürt olgusu ve sorunu üzerinde yoğunlaşmamın bir sonucu olarak söz konusu yargıya ulaştım.

Yaşamımda ikili bir yanı iyi kavramak gerekir. O da Kürtlükten kaçış veya tersine Kürtlüğe yöneliştir. Uygulanan kültürel soykırım gereği, kaçış için koşullar her yerde her an hazır ve nazırdır. Kaçışı daimi teşvik edicidir. Ahlâki ilke tam burada devreye girer. Kendi bireysel kurtuluşu pahasına kendi toplumundan kaçış ne derecede doğru veya iyidir? Üniversite son sınıfa kadar gelebilmek, aslında o dönemde bireysel kurtuluşumun da garantilendiği anlamına geliyordu. Tam da bu dönemde Kürtlüğe yönelişin başlaması veya kesinleşmesi, ahlâki ilkeye dönüşü ifade ediyordu. Sosyalist anlamda bu toplum Kürt olmayıp başka bir toplum da olabilirdi. Yine de bir toplumsal olguya mutlaka bağlanmalısın ki, ahlâklı bir birey olabilesin. Benim ahlâksız bir birey olamayacağım açığa çıkıyordu. Burada ahlâk kavramını etik anlamda, yani ahlâk teorisi anlamında kullanıyorum. Yoksa ilkel ahlâkçılıktan, örneğin ömrü boyunca herhangi bir aile veya benzer topluluğa bağlı yaşamaktan bahsetmiyorum. Çünkü Kürt olgusuna ve onun sorunsal haline bağlanış ancak etik olarak ahlâkla mümkündü. Kürtlerin mutlak köle hali -Ki, halen öyledir- benim “Özgür yaşam mümkünmüş” gibi hayal kurmamı kesin olarak engelledi. Şuna ikna oldum: Benim içinde özgür yaşayacağım bir dünyam yoktur. Burada iç ve dış cezaevi arasında epey mukayesede bulundum. Sonuçta dışarıdaki tutsaklığın birey için daha tehlikeli olduğunu fark ettim. Bir Kürt bireyinin kendini dışarıda özgür sanarak yaşaması büyük bir yanılgıdır. Yanılgı ve yalanın egemenliği altında geçecek bir yaşam, kaybedilmiş ve ihanete uğramış bir yaşamdır. Bundan çıkardığım sonuç, dışarıda ancak bir şartla yaşanabileceği, onun da günün yirmi dört saatinde Kürtlerin (kapitalizm koşullarında Türk emekçilerinin) varlık ve özgürlüğü için savaşım içinde olmakla mümkün olabileceğidir. Ahlâklı ve onurlu bir Kürt için yaşam, kesinlikle günün yirmi dört saatinde varlık ve özgürlük savaşçısı olmakla mümkündür.

Dışarıdaki yaşamımı bu ilkeye vurduğumda, ahlâklı yaşadığımı kabul ediyordum. Bunun karşılığının ölüm veya cezaevi olması savaşın doğası gereğidir. Savaşsız bir yaşam koca bir sahtekârlık ve onursuzluktan ibaret olduğuna göre, ölüm veya cezaevine katlanmak da işin, eylemin doğasında vardır. Cezaevi koşullarına dayanmamak yaşam gerekçeme aykırıdır. Mücadeleden, varlık ve özgürlük savaşının her biçiminden nasıl kaçınılamazsa, cezaevinden de kaçınılamaz. Çünkü o da uğruna savaşılan özgür yaşamın bir gereğidir. Kürtler söz konusu olduğunda ve sosyalist olduğuna da inandığında, kapitalizmin, liberalizmin veya çarpık bir dinsel fanatizmin buyruğunda değilsen, ahlâki ve etik bir yaşam için savaş dışında, senin dışarıda yapacak hiçbir şeyin ve yaşanacak bir dünyan yoktur. Bu kavram ışığında cezaevindeki arkadaşların yaşamına baktığımda ciddi yanılgılar içinde olduklarını gördüm. Onlar dışarıda yaşanacak özgür bir yaşama inandırılmışlar veya kendilerini inandırmışlardı. Zaten sosyolojik olarak çözümlendiğinde anlaşılacaktır ki, cezaevlerinin rolü bireyde yoğun bir sahte özgürlük özlemi yaratmaktır. Modernite koşullarında cezaevleri özenle bunun için inşa edilmiştir. İnsanlar cezaevlerinden dışarıya çıktıklarında ya yalan ve sahtekârlıkla yaşamayı kabul etmişlerdir. Bu durumda onlardan herhangi bir devrimcilik, ahlâki ve onurlu bir yaşam beklemek beyhude, boş bir beklentidir. Ya da cezaevi pratiğinin verdiği olgunlukla toplumsal mücadelelerini daha da başarıyla yerine getireceklerdir.

Cezaevleri ıslah olma evleri olmayıp, topluma karşı ahlâki ve iradi görevlerin yetkince yerine getirilmesinin de öğrenildiği mekânlardır. Aynı hususlar dağlara çıkmış özgürlük savaşçıları için de geçerlidir. Özgürlük gerillası olmak, toplumsallığa ilişkin ahlâki ve politik görevlerini en üst düzeyde yerine getirmek demektir; bu bilinç ve ahlâki görev içinde olmak demektir; özgürleşmenin öz savunmaya ilişkin gereklerini yerine getirmek demektir. Özgürlük gerillası olmak, bireysel etkinlik kurmak veya iktidar olmak için değildir. Bu artık özgürlük savaşçılığı değil, iktidar savaşçılığıdır. Böyle olanların dağa çıkışı da, inişi de ahlâki ve toplumsal değildir. Zaten böyleleri umduklarını bulamayınca kolayca ihanet ederler. Toplumsal görevlerinin gereğini hiçbir alanda yerine getiremezler. Demek istediğim şudur: Toplumsal varlıkları mutlak kölelik içinde olanlar, hatta dağılmayı yaşayanlar için her yer benzer özellikler taşır. İçerisi kötü dışarısı iyi, silahlısı kötü silahsızı iyi gibi yersiz ayrımlar varlık ve özgürlük mücadelesinin asli çabasını değiştirmez. İnsan yaşamı ancak özgür olduğunda anlam taşıdığına göre, özgürlüksüz nerede yaşanırsa yaşansın, orası her zaman karanlık bir zindandır.
İkinci kavram, birincisiyle bağlantı içinde hakikat algısının gelişmesidir. Zindanda tahammül gücünün tek ilacı hakikat algısını geliştirmektir. Yaşamın geneline ilişkin olarak hakikat algısını güçlü yaşamak, yaşamın en keyifli anına, daha doğrusu yaşamın anlamına erişmektir. İnsanlar niçin yaşadıklarını doğru kavramışsa, herhangi bir yerde yaşamak onlar için sorun olmaz. Yaşam sürekli hata ve yalanlar içinde geçerse anlamını yitirir. Böylece yaşamın yozlaşması denen olgu ortaya çıkar. Keyifsizlik, rahatsızlık, kavga, küfür yoz yaşamın doğal sonucudur. İnsan yaşamı hakikat algısı gelişkin olanlar için tam bir mucizedir. Yaşamın kendisi büyük heyecan ve coşku kaynağıdır. Yaşamda evrenin anlamı gizlidir. Bu gizi fark ettikçe, zindanda da olsa, yaşama katlanmak diye bir sorun olmaz. Zaten zindan özgürlük içinse, orada büyüyecek olan hakikat algısıdır. Hakikat algısıyla büyüyen yaşam, en zor acıları bile mutluluğa dönüştürebilir.

Benim için İmralı Cezaevi, Kürt olgusunu ve sorununu algılamak ve çözüm olanaklarını kurgulamak açısından tam bir hakikat savaşı alanına dönüştü. Dışarıda daha çok söylem ve eylem geçerliyken, cezaevinde anlam geçerliydi. Bu savunmada daha kapsamlı ve somut olarak dile getirdiğim siyaset felsefesine ilişkin düşünceleri dışarıda geliştirmem çok zor olurdu. Siyaset kavramının kendisini kavramak bile büyük çaba ister; hakikatin güçlü algılanmasını gerektirir. Pozitivist bir dogmatik olduğumun derinliğine farkına varmam tecritle oldukça ilişkilidir demem mümkündür. Farklı modernite kavramlarını, ulus inşalarının çok çeşitli modellerinin olabileceğini, genelde toplumsal yapılanmaların insan eliyle yaratılmış kurgusal yapılar olduğunu ve esnek bir doğaları bulunduğunu tecrit koşullarında daha çok idrak ettim. Özellikle ulus-devletçiliği aşmak benim için çok önemliydi. Bu kavram benim için uzun süre Marksist-Leninist-Stalinist bir ilkeydi; asla değiştirilmemesi gereken bir dogma niteliğindeydi. Toplumsal doğa, uygarlık ve modernite üzerinde yoğunlaştığımda, bu ilkenin sosyalizmle ilgili olamayacağını, sınıflı uygarlığın bir tortusu ve kapitalizm eliyle meşrulaştırılmış azami toplumsal iktidarcılık olduğunu kavramam önemliydi. Dolayısıyla reddetmekte tereddüt etmedim. Eğer söylendiği gibi gerçekten bilimsel sosyalizm olacaksa, bu konuda değişmesi gerekenler reel sosyalizmin ustaları, yani Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao ve Castro gibi insanların kendileriydi. Bunların kapitalist bir kavramı sahiplenmeleri büyük bir hataydı ve sosyalizm davasına büyük zarar vermişti.

Kapitalist liberalizmin çok güçlü bir ideolojik hegemonya olduğunu derinliğine kavradıkça, modernite çözümlemelerini de güçlü yapmaya başladım. Demokratik modernitenin sadece mümkün değil, kapitalist moderniteden hem daha gerçek hem de daha çağdaş ve yaşanılır olduğunu kavradım. Reel sosyalizm ulus-devlet kavramını aşamadığı ve temel modernite gerçeği olarak kavradığı için, başka tür bir ulusçuluğun, örneğin demokratik ulusçuluğun olabileceğini hiç düşünememiştik. Ulus dediğin illa devleti olması gereken bir şeydi! Kürtler bir ulus ise, mutlaka bir devletlerinin de olması gerekirdi! Halbuki toplumsal olgular üzerinde yoğunlaştıkça, ulusun kendisinin son birkaç yüzyılın en los gerçeği olduğunu, kapitalizmin güçlü etkisi altında şekillendiğini ve özellikle ulus-devlet modelinin toplumlar için demirden kafes olduğunu kavradıkça, hem özgürlük hem de toplumsallık kavramının daha değerli olduğunu fark etmiştim. Ulus-devletçilik uğruna savaşmanın kapitalizm için savaşmak olduğunu fark ettikçe, siyaset felsefemde büyük dönüşümler söz konusu oldu. Dar ulusçuluk ve sınıfçılık (İkisi de özünde aynı kapıya götürür) mücadelesi, sonunda kapitalizmi güçlendirmekten öteye sonuç vermiyordu. Kendimin bir bakıma kapitalist modernitenin kurbanı olduğunu fark ettim. Modernitenin dayattığı sosyal bilgilerin bilim değil, çağdaş mitolojiler olduğunu fark ettikçe, tarih ve toplum bilincim daha da derinlik kazandı. Hakikat kavrayışımda tam bir devrim yaşandı. Kapitalist dogmaları yırttıkça, toplumu ve tarihi daha büyük bir zevkle ve hakikat yüklü olarak tanımaya başladım. Bu dönemde kendime koyduğum ad ‘Hakikat Avcısı’ydı. Kapitalist modernitenin Kürtlere dayattığı ‘tavşan kaç, tazı tut’ tekerlemesini, anlam itibariyle “Kapitalist moderniteyi avla” tekerlemesine dönüştürmüştüm. Hakikat algısı bir bütün olarak geliştiğinde, hangi toplumsal, hatta fiziki ve biyolojik alanlara ilişkin düşünürsek düşünelim, eskisiyle kıyaslanmayacak bir anlam üstünlüğü sağlıyordu. Cezaevi koşullarında istediğim kadar günlük hakikat devrimlerini yapabilirdim. Bunun verdiği direnme gücünü başka hiçbir şeyin veremeyeceğini belirtmem gereksiz kalacaktır.

Hakikat kavrayışının güçlenmesi, pratik çözümlerin geliştirilmesi üzerinde de etkisini gösterdi. Türk devletçilik zihniyetine hep kutsallık ve tekillik atfedilir. Yönetim deyince hep devlet olmak akla gelir. Bu zihniyet Sümer orijinli olup, tanrısallıkla sıkıca kaynaşmış olarak, Arap ve İran iktidar kültürlerine de sürekli devredilmiştir. Tek tanrı kavramının kökeninde de iktidar olgusunun güçlü bir yeri vardır. Türklerde iktidar elitleri oluştukça, bu kavramın belki de dördüncü, beşinci versiyonlarını geliştirmişlerdi. Etimolojik anlamını bilmeden, hep sonuçlarından etkilenmişlerdi. Selçuklu ve Osmanlı uygulamalarında tam bir kara anlama, daha doğrusu anlamsızlığa bürünmüştü. İktidar için bazen bir çırpıda onlarca kardeş, akraba idam edilir olmuştu. Cumhuriyet’le bu anlayışa bir kılıf daha geçirildi; daha doğrusu, Avrupa’nın geliştirdiği ulusal egemenlik ve ulus-devlet anlayışları olduğu gibi iktidara monte edildi. Böylelikle Türk ulus-devleti daha da tehlikeli bir Leviathan haline getirilmişti. Ona dokunan idam ediliyordu. Ulus-devlet mutlak kutsalların başında geliyordu. Bürokratik sınıf için bu özellikle böyleydi. İktidar ve devlet sorunu tarihinin en karmaşık toplumsal sorunu haline gelmişti.

İmralı’da en çok yoğunlaştığım kavramlardan olan iktidar ve devlet kavramlarının Türk ve Kürt ilişkilerinde nasıl bir rol oynadığını kavradıkça, daha somut pratik çözümlere yönelme gereğini kuvvetle hissettim. Genelde olduğu kadar Türk-Kürt ilişkilerinde de iktidar ve devlet düzenlemelerinin yaklaşık bin yıllık gelişimini Hititlere kadar götürme gereğini duydum. Mezopotamya ve Anadolu iktidar ve devlet kültürleri arasında sıkı bir jeopolitik ve jeostratejik ilişki olduğunu iyice kavradıkça, bunu Türk ve Kürt ilişkilerine uyarladığımda, iktidar ve devlet ayrıştırmalarının akıllı bir yöntem olmadığını rahatlıkla görebiliyordum. Demokrasi kavramının aleyhine gelişen kavramlar olduklarından, iktidar ve devlet kavramlarını benimsemiyordum. Tüm yönetimi iktidar ve devlet güçlerine terk etmenin toplum için büyük bir kayıp olduğunu gördükçe, demokrasinin önemi daha iyi anlaşılıyordu. Fakat iktidar ve devletin anarşistçe inkârının pratikte oldukça çözümsüzlüğe yol açtığını fark ettiğimden, tercih ettiğim bir çözüm yöntemi olmasa da, iktidar ve devlet paylaşımını inkâr etmenin tarihsel gerçeklere uygun olmadığını derinliğine fark ettim. Demokratik yönetim esas tercihimizdi. Ama tarih boyunca tekleşmiş iktidar ve devlet kültürlerini inkâr ettikçe, paylaşılması toplumsal açıdan hak olan yönlerini kavramadıkça, bunun sonucu olarak sağlıklı pratik çözümlere varamayacağımı gördükçe, ortak iktidar ve devlet kavramlarının önemini çok daha iyi kavradım.
Tarih boyunca Anadolu ve Mezopotamya’daki iktidar ve devlet politikaları ve stratejilerinde yoğunca ilişkiler yaşanmış, sıkça ortaklaşan modeller denenmişti. Türk-Kürt ilişkilerinde de tüm kritik dönemlerde benzer modeller tercih edilmişti. Bu model en son Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda denenmişti. Savunmada bu kısımları yoğunca işledim. Teorik bir model halinde sunmanın yanı sıra, pratik çözüm projesine dönüştürmenin sadece Türk-Kürt ilişkileri değil, Ortadoğu’nun büyük çıkmaz yaşayan benzer sorunlarının çözümü için de muazzam değeri vardı. Özellikle kapitalist modernitenin dayattığı pozitivist dogmatizme karşı hem tarihî gerçeklerle oldukça uyumlu, hem de pratik çözüm için herkesin ideallerine en yakın unsurları içeriyordu. Tarihsel gelişmelerin ışığında iktidar ve devlete ilişkin olarak demokratik modernite, demokratik ulus ve demokratik özerklik kavramları üzerinde yoğunlaşmamın önemli etkisi vardı. Diğer bir tarihsel gerçeklik, merkezî iktidar kavramının istisnai, yerel iktidar kavramlarının ise kural olduğuna ilişkin tespitti. Günümüzde merkezî ulus-devlet kavramının bu bağlamda tek ve mutlak model olarak sunulmasının kapitalizmle bağını doğru kavradıkça ve içyüzünü daha anlaşılır kıldıkça, yerel çözümlerin demokrasi için taşıdığı önem daha iyi kavranıyordu.

Şiddet ve iktidar arasındaki ilişki için de benzer sonuçlara varmıştım. Şiddetle iktidar ve ulus olmanın tercihimiz olamayacağı açıktı. Zorunlu öz savunma gerekleri söz konusu olmadıkça, şiddetle toplumsal avantajlar elde etmenin sosyalizmle de alakası yoktu. Öz savunma dışında tüm şiddet biçimleri ancak iktidar ve sömürü tekelleri için geçerli olabilirdi. Bu yöndeki kavramsal gelişim, barış sorununa daha ilkeli ve anlam yüklü olarak yaklaşmaya büyük önem atfediyordu. Dolayısıyla Kürtlere, hatta baskı ve sömürü altındaki tüm kesimlere baskı uygulayan iktidar ve devlet elitlerinin ‘ayrılıkçı’ ve ‘terörist’ yaftalamalarını boşa çıkaracak epey kavramsal ve kuramsal birikime ulaşmıştım. Bu kavramsal ve kuramsal birikim temelinde devlet yetkilileriyle geliştirdiğimiz diyaloglar daha verimli oluyor ve pratik çözüm yolları için yaratıcılık sağlıyordu. Savunmanın değişik bölümlerinde izlenebileceği gibi, benzer birçok alanda toplumsal özgürlük ve hakikat algısındaki gelişmelerin katkısıyla teorik ve pratik çözümleri geliştirmek mümkün oluyordu.
Sağlık sorunlarına yol açan fiziki nedenler dışında, İmralı’daki yaşamın katlanamayacağım bir yönü yoktur. Moral, bilinç ve irade gücü eskiye nazaran asla gerilememiş; tersine daha rafine hale gelmiş, estetikle beslenmiş ve güzel gelişme yönüyle zenginleşmiştir. Toplumsal hakikatlerin bilim, felsefe ve estetikle açıklanmasını geliştirdikçe, daha doğru, iyi ve güzel yaşamanın olanakları da artıyor. Kapitalist modernitenin yoldan, hakikat yolundan çıkardığı insanlarla yaşamaktansa, hücremde tek başıma son nefesime kadar yaşamayı tercih ederim.
İmralı’daki yaşamımla bağlantılı olarak halkımızca merak edilen bir soru, olası bir cezaevinden çıkış halinde nerede ve nasıl yaşayacağımla ilgilidir. Pek hayalcilik yapacak bir kişilik değilim. Devrimci gerçekçilik denilen bir yaşam tarzının sahibi olduğum çok iyi bilinmelidir. Olası bir çıkıştan sonraki yaşamıma değil, daha çocukluktan itibaren geçen yaşam çizgime bakılırsa, bu tür soruların cevabı daha iyi verilebilir. Benim daha on yaş altı sınırlarda aile otoritesine karşı yürüttüğüm ‘ilk isyanlar’ bu konuda önemli ipuçları taşır. Daha o zamandan beri yalnız bir isyancıydım. Köy ve şehir toplumuna yönelik itirazlarımı savunmada yer yer ortaya koymaya çalıştım. İlgilenenler gereken sorular ve cevaplarını birlikte bulabilirler. Çok kısaca özetlemeliyim ki, benim için yaşam özgür yaşandıkça mümkündür. Özgür yaşamın ne olduğunu beş ciltlik bu son savunmamın temeli olarak açıklamaya çalıştım. Etik, adil ve politik olmayan yaşam, toplumsallık açısından yaşanmaması gereken bir yaşamdır. Genelde uygarlık ve özelde kapitalist modernite, oluşturduğu ideolojik baskı ve sömürü tekelleriyle, köleliğin her biçimine bulanmış, bol yalanlı, demagojik ve bireyci yaşamlarla yanlış yaşamayı mümkün kılar ve kabul ettirir. Toplumsal sorun denen gelişmeler de böyle ortaya çıkar. Adını ister sosyalist, ister özgürlükçü, ister demokrat veya komünist koyalım, kendine devrimci diyen her kişi aşırı sınıf, kent ve iktidarın baskı ve sömürüsüne dayalı uygarlığa ve modern dönemlerin egemen yaşam tarzlarına itiraz etmek ve karşı çıkmak durumundadır. Başka türlü adil, özgür, demokratik ve toplumsal yaşam tarzı gerçekleşmez; dolayısıyla yaşanmaz. Bol yalanlı, yanlış, kötü ve çirkin yaşamlar yaşanır. Buna doğru temelli olmayan yanlış yaşam tarzı denilir. Benim yaşamım boyunca sorun yaptığım veya zaten sorunlu olan bu yaşam tarzının reddine ilişkin büyük çabam iyi anlaşılmak durumundadır. Aksi halde ne benim kişilik ne de Önderlik olarak kavranmam mümkündür. Kavramadan kişiliğime veya Önderliğime katılmak ve ondan yararlanmak isteyenler büyük hayal kırıklığına uğrayabilir. Doğru kavramak ve katılım göstermek kişisel değil toplumsal bir sorundur.
Bu konuda çok merak edilen bir soru da kadınla yaşam tarzına ilişkindir. Kadınla nasıl yaşanılır sorusuna da bütün ciltlerde yer yer değindim. Özellikle modernite koşullarında kadınla yaşamak büyük önem taşır. Öyle kız istemek, aramak ve kandırmakla, ‘genel’ veya ‘özel’ evlerde, çocuklu veya çocuksuz birlikte yaşamakla çözümlenecek bir sorun değildir. Toplumsal sorunların kalbinde ve beyninde başköşeyi işgal eden bu sorunu çözmek için bilimsel, felsefi, etik ve estetik yaklaşım temel alınmak durumundadır. Çağımızda, kapitalist modernite koşullarında kadınla özgür eş yaşam büyük sorumluluk gerektiren ve bilimsel, felsefi, etik ve estetik yaklaşım gücü isteyen bir yaşamdır. Kadının uygarlık tarihinde ve modern çağda içine konulduğu statüyü bilmeden, etik ve estetik yaklaşım gücü göstermeden, birlikte hangi türü denenirse denensin, içine girilecek her yaşam yanlışlık, ahlâksızlık ve çirkinlikle sonuçlanmak durumundadır.
Yaşamı heba etmemek için, öncelikle kadınla yaşamın doğru, ahlâklı ve estetik (güzelce olanı) biçimlerini gerçekleştirmek şarttır. Tüm kölelik biçimlerinin kişiliğinde denendiği ve özümsetildiği kadın kimliğini çözümlemek, özgürlük ve eşitlik davasının yoldaşı ve yaşamdaşı yapmak, doğru, ahlâklı ve güzel erkek olmanın da temel koşuludur. Savunmadaki satırlar doğru okunursa, bu yönlü yaşam tarzına neden önem verdiğim ve ilkesel kıldığım daha iyi anlaşılacaktır. Modernitenin iktidar eksenli uygarlık ahlâkının dayattığı cinsiyetçi kadını ‘becerme’ (biyolojik cinselliğin bile yozlaştırıldığı ilişki biçimi) ilkelliği içindeki yaşam tarzı, büyük ahlâksızlık ve çirkinlik üretir. Buna karşı yürüttüğüm büyük savaşım ve sonuçları doğru kavranırsa, yaşam kadınla daha ahlâklı ve güzel yaşanır. Bunun için sorumluluktan pay alan her erkek ve kadının, özellikle kadının güçlenmesi, özgürleşmesi ve tüm toplumsal alanlarda denk bir seviye kazanması için bilimsel, felsefi, etik ve estetik yaklaşım ve pratikleri sürekli geliştirmesi ve örgütlemesi, demokratik ulusun zihniyet ve kurumlarında yaşamsallaştırması gerekir.
İster içeride ister dışarıda, ister ana karnında ister fezanın herhangi bir anında ve mekânında olsun, insan yaşamı ancak toplumsal olarak özgür, eşit (farklılık içinde) ve demokratik yaşanabilir. Bunun dışındaki yaşam biçimleri sapaktır, dolayısıyla hastalıklıdır. Doğruya getirilmesi ve sağlıklı kılınması için devrim dahil çeşitli toplumsal söylem ve eylemlerle mücadele edilir. Bunun için de etik, estetik, felsefi ve bilimsel zihniyet ve irade oluşturulur.

O halde olası bir çıkışta her nerede olursam olayım, hangi anda yaşarsam yaşayayım, mensubu olmaya çalıştığım toplumsallık için, bunun en trajik bir gerçeğini yaşayan Kürtler için, onların çözüm ve kurtuluş yolu olan demokratik uluslaşmaları için, parçası oldukları komşu halklar başta olmak üzere tüm Ortadoğu halklarının çözüm ve kurtuluş yolu olan Demokratik Uluslar Birliği için, onların da bir parçası oldukları dünya halklarının çözüm ve kurtuluş yolu olan Demokratik Uluslar Birliği için sonuna kadar gerekli olan her söylem ve eylem tarzıyla sürekli mücadele içinde olacağım doğaldır. Bunun gerekli kıldığı etik, estetik, felsefi ve bilimsel güçle büyük pay kazanan hakikat kişiliğimle yürüyeceğim, yaşamı kazanacağım ve herkesle paylaşacağım.

21 Aralık 2010
Abdullah ÖCALAN
İmralı Kapalı F Tipi Tek Kişilik Oda Hükümlüsü

*Soykırım Kıskacında Kürtler adlı kitabından alınmıştır.

7 Ekim 2012 Pazar

0 90'lı yıllarda Midyat'ta gerçekleşen ölümler ll

Hayrettin Demir - Vurulma - Sivil
Milliyet (19.08.91): Gülyazı köyündeki evinden alınan Hayrettin Demir silahla taranarak öldürüldü. Soruşturma devam ediyor.
Yeni Ülke (24.08.91): Akrabalarının iddiası : Hayrettin Demir kontrgerilla öldürdü, çünkü köyde hiç bir korucu yok. Hayrettin Demir daha önce tutuklanmıştı.
AI Raporu (Şubat 17/92): Gülgöze köyünde çalışan Hayrettin Demir en son Şeker Bayramı (Nisan'da) gözaltına alınmış ve 1 ay sonra serbest bırakılmış.
********************************************
Salim Acar, Efrım Atlı, İsmuni Atlı - Vurulma - Sivil
BUL139: Yemişli köyüne  düzenlenen baskında 3 Süryani vatandaş öldü.
Yeni Ülke (08.09.91): Nehıle (Yemişli) köyüne basan askerler Süryani olan M. Selim Acar(30), Efrem Atlı(50) ve Ismoni Atlı(45) öldürdüler.
Shemsho (sayı 24; 09.10.91): 27.08.91 tarihinde saat 22:30'da Anhıl (Yemişli) köyüne düzenlenen baskında köy muhtarı İsa Koö'un saklanması üzerinde komşu olan Ferit Adil, kız kardeşi Imuni Adil ve onların komşusu Mehmet Salih öldürüldü.
********************************************
İsimsiz  4 - Çatışma - PKK
BUL006: Çınar ve Midyat ilçeleri yakınlarında çıkan üç ayrı çatışmada 4 PKK militanı öldürüldü.
********************************************
Süleyman Atalan - Kayıp - Sivil
Yeni Ülke (30.10.91): Mardin'in Midyat ilçesine bağlı Budaklı köyünde yaşayan Süleyman Atalan adlı 40 yaşındaki bir köylünün 16 eylül 1991 tarihinden bu yana kayıp olduğu bildirildi. Süleyman Atalan'ın eşi Naroke Atalan, kocasının Midyat'a bağlı Sarı köyündeki köy korucuları tarafından kaçırılarak öldürülmüş olmasından endişe duyduğunu söyledi.
Yeni Ülke (15.12.91): 16 Eylül'de Kerşafe (Budaklı) köyünden götürülen Süleyman Atalan hala kayıp olduğu bildirildi. Eşi Naroke Atalan 9 çocukla yalnuz kaldığından şikayetçi.
********************************************
Hasan Erdinç, İsa Erdinç, Zuri Erdinç -  Vurulma - Sivil
BUL083: Bardakçı köyüne basan silahlı kişiler ''Süryani'' oldukları bildirilen Zuri Erdinç ve 2 çocuğunu öldürdüler.
Yeni Ülke (29.09.91): Geceyarısına doğru Bate (Bardakçı) köyüne gelen özel tim 8 çocuk babası Zuri Erdinç(55) ve yeğenleri İsa Erdinç(28) ile Hasan Erdinç'i(25) kurşuna dizdiler.
AI Raporu (31.01.92): Evin çatısında öldürüldüler. Bardakçı (Bate) köyü hiç bir zaman koruculuğu kabul etmemişti.
********************************************
Zihni Aksay - Vurulma - Korucu
(BUL10-110): Mardin'in Midyat ilçesine bağlı Mercimekli köyü yakınlarında ise Zihni Aksay adlı bir köy korucusunun cesedi bulundu.
Yeni Ülke (03.11.91): 20 Ekim gecesi kimlikleri belirsiz kişilerce evinden alınan Hüsnü Akçay isimli korucu 3 gün sonra Midyat'ın Barıştepe ve Mercimekli mezraları arasında ölü bulundu. Bölge sakinleri olayın PKK tarafından gercekleştirildiğini söylüyorlar.
********************************************
İdris Tekin - Vurulma - Sivil
(BUL10-125): Mardin'in Midyat ilçesine bağlı Sarıköy'e giden bir traktörün yola döşenen bir mayına çarpması sonucunda İdris Tekin adlı kişi öldü, Yunus Akıncı (8 yaşında çocuk), Fatma Akıncı ve Aliye Acar adlı 3 kişi de ağır yaralandı.
********************************************
Bedrettin Akyurt - Vurulma - Sivil
(BUL11-066): Mardin ile ilçeleri arasında şöförlük yapan Bedrettin Akyurt (Bedri Akkurt) adlı bir kişi bir lokantada yemek yerken kimlikleri belirsiz silahlı kişiler tarafından vurularak öldürüldü. Bedrettin Akyurt'un ''kontrgerilla'' olarak tanımlana silahlı kişiler tarafından öldürüldüğü
belirtildi. Uğradığı silahlı saldırı sonucunda ölen Bedrettin Akyurt'un kardeşinin bir süre önce PKK'ya katıldığı, kendisinin de bölgede ''PKK sempatizanı'' olarak tanındığı bildirildi.
Yeni Ülke (17.11.91): Olay gündüz saat 13'te meydana geldi. Cenazesine 15 bin kişi katıldı.
********************************************
İsimsiz 2 - Vurulma - Polis
Yeni Ülke (24.11.91): Midyat ilçe merkezine basan militanlar karakolda 2 polisi öldürdüler, 6 polisi de yaraladılar.
********************************************
İsimsiz  3  - Çatışma - PKK
(Serxwebun, sayı 42, Haziran 1985): Kerboran nahiyesinde ajan Tevfik Vural'a kurulan pusuda kendisi ağır yaralandi,yanında bulunan 2 kişi öldü.
********************************************
Ali Kaya - Çatışma PKK +  İsimsiz 1 - Çatışma - Asker
(Serxwebun, özel sayı 7, Mayis 1985): 1962 Midyat doğumlu Ali Kaya Mart 1985'te bir grup yoldaşıyla birlikte Türk ordu sürüsüyle girdiği çatışmada şehit düştü.
(Serxwebun, sayi 42, Haziran 1985): Kerboran nahiyesinde meydana gelen çatışmada bir astsubay öldü.
********************************************
İsimsiz 1 - Gözaltı - Sivil + İsimsiz 1 - Çatışma - Asker
(Serxwebun sayi 52, Nisan 1986): Midyat'ın dağlık kesiminde meydana gelen çatışmada 1 asker öldürüldü. Akabinde yapılan operasyonda ''Xelil'' (Halil) adlı bir köylü genç işkence edilerek katledilmiştir.
********************************************
İsimsiz 4 - Vurulma - Korucu +  İsimsiz 5 -  Vurulma - Asker
(Serxwebun, özel sayı 12, Ağustos 1987): Başyurt köyü Günde Korte mezrasına düzenlenen baskında 10 milis öldü, 10'u da yaralandı. Aynı eylemde 6 asker cezalandırıldı.
********************************************
İsimsiz 9 - Vurulma - Polis
(Serxwebun, özel sayı 12, Ağustos 1987): Yuvali köyü 300 metre yakınına kurulan tuzaklı bombanın patlaması sonucunda 9 özel tim mensubu öldü, 15'i yaralandı.
********************************************
Mehmet Ata - Vurulma - Sivil
(Serxwebun sayı 68, Ağustos 1987): Kerboran-Zengan köyü muhtarı cezalandırıldı.
********************************************
Celal Kurt - Çatışma - PKK
(Serxwebun sayı 87, Mart 1989): Midyat-Gerçüş karayolunda konulan eylemden sonra çıkan çatışmada ağır yaralanan Celal Kurt, bomba ile kendini imha etti.
********************************************
İzzettin Acar, İbrahim Akbulut, Saim Akbulut, Davut Akıncı, Mühittin Akıncı, Salih Akıncı,Turhi Akıncı, Yusuf Akıncı,Zeki Akıncı - Vurulma - Sivil
Cumhuriyet (23.07.91): Sarıköyden Yemişli köyüne giderken minibüsün çarptığı mayının patlaması sonucunda 10 kişi öldü, 6 kişi yaralandı.

21 Eylül 2012 Cuma

0 Suikast, Hizbullah lideri ile Esad’ı birbirine düşürdü

WikiLeaks’in sızdırdığı Stratfor’un derin postalarına göre Hizbullah’ın önde gelen liderlerinden İmad Muğniye’ye Şam’da düzenlenen suikast, iki yakın müttefik, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad ile Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ı birbirine düşürmüş.


WikiLeaks’in sızdırdığı Stratfor’un derin postalarına göre Hizbullah’ın önde gelen liderlerinden İmad Muğniye’ye Şam’da düzenlenen suikast, iki yakın müttefik, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad ile Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ı birbirine düşürmüş. Yazışmalarda, Alman Die Welt gazetesinin daha önce ortaya atmış olduğu, Muğniye’nin, Suriye istihbarat birimleri içinde Esad’a yönelik bir komplo hazırlığı yürütüldüğünü yönetime duyurması iddiasını güçlendiren ayrıntılar bulunuyor.

Reva Bhalla’nın, 25 Mart 2008’de analistlere gönderdiği bir e-postaya göre, Esad’ın işadamı kuzeni Rami Mahluf’a yakın bir kaynak, Hizbullah’ın, dönemin Suriye istihbarat şefi Asıf Şevket’i Muğniye cinayetinde kilit role sahip olmakla suçladığını ve ifadesini almak istediğini söylemiş. Kaynak, Hizbullah’ın baskısı üzerine Esad’ın aynı zamanda kayınbiraderi olan Şevket’i Muğniye soruşturmasından alarak, yerine güvenlik konularına son derece uzak olan Rami Mahluf’u geçirdiğini belirtmiş.

Bhalla’nın çeşitli yazışmalarda bahsi geçen Hizbullah kaynakları ise, Suriye istihbaratını, Muğniye cinayetinin emrini Nasrallah’ın verdiğine dair söylentiler yaymak ve soruşturmayı bunu ispatlamak amacıyla yürütmekle suçluyor.

‘ABD’yi neden suçlamadın’

Tüm bu gelişmelerin ortasında ise 7 Mart 2008 tarihli bir yazışmada Hizbullah’tan bir kaynak Bhalla’ya Muğniye’nin ölümü üzerine Suriye istihbaratının içindeki ani değişikliklerin “Mahir Esad’ın kardeşine [Beşşar’a] yönelik ağustosta bir darbe planı olduğunu öğrenmesi üzerine gerçekleştiğini” aktarmış. Bhalla, yine 7 Mart 2008’de analistlere gönderdiği bir e-postada, Esad ile Nasrallah arasındaki gerginliği şöyle açıklıyor: “Kaynağım, Nasrallah’ın, Muğniye’yi anma konuşmasında suçlamalarını İsrail ile sınırlı tuttuğu için Suriye’nin çok rahatsız olduğunu söylüyor. Esad, Nasrallah’a kendi iletişim yollarından öfkesini iletmiş. Esad’ı rahatsız eden Nasrallah’ın, Muğniye’nin öldürülmesinde ABD istihbaratının rolünden söz etmemiş olması. Esad, Nasrallah’ın suçlamayı İsrail ile sınırlandırarak, Suriye’nin İsrail Başbakanı Olmert’i Şam ile barış görüşmelerine dönmeye ikna etme çabalarını suya düşürebileceği duygusunu taşıyor. Nasrallah’ın suçlaması, İsrail Başbakanı’nın, kendisine Suriye’nin görüşmelerin başlaması için İsrail’in koyduğu ön şartları kabul ettiğini ileten Türk mevkidaşı ile toplantısına denk geldi. [...] Nasrallah, Mossad’ın Suriye istihbaratının içine sızdığını ileri sürüyordu. CIA’i de dahil etmek siyaseten daha doğru olurdu çünkü Esad her zaman Arapların ABD’yi durdurma imkânı olmadığını söyleyebilir ancak Mossad konusunda başarısızlığa uğramış olmak ters etki yaratacaktır.”

Taraf - 13.03.2012 

20 Kasım 2011 Pazar

0 İlk feminist Kürt filmi

Yıldızlar Gündüz Renksizdir' filminin çekimleri tamamlanmak üzere. İlk uzun
metrajlı filmiyle Mahabadlı kadın yönetmen Şirin Cihani, Kürt kadını beyaz
perdeye taşıyor.

Film, Irak'ta Baas rejimi döneminde cezaevine konulan, işkence gören ve insan tacirlerinin eline 
düşen Kürt kadınlarının dramına dikkat çekiyor.
İlk uzun metrajlı filmi için kamera arkasına geçen Doğu Kürdistanlı yönetmen Şirin Cihani, 
yaklaşık üç aydır filmin çalışmalarını yürütüyor. ‘Yıldızlar Gündüz Renksizdir’ (Stêrk di nav rojê de 
bêreng in) adlı film çekimlerinin büyük kısmı Güney Kürdistan Barzan, Süleymaniye ve Hewler 
kentilerinde çekildi. Ancak filme son hali Kahire'de verilecek. Yönetmen Cihani kısa bir süre sonra 
Kahire’ye giderek filmin çekimlerini tamamlayacak.


Feminist bir film
Ebbas Kiya Rostemi, Bahman Gobadi ve Mohsen Mexbelbaf gibi yönetmenlere çalışan İranlı ünlü 
kameraman Şehriyar Esedi Cihani’nin filmi için de kamerasını çalıştırdı. Ses kayıt için yine İranlı 
Esxer Şahwerdi de film çalışmalarında yer aldı. Kadın yazar Mehabad Qeredaxi’nin destek verdiği 
filmde, Baas rejimi sırasında hapse atılan ve işkence gören kadınlar yaşadıkları sorunlara dikkat 
çekiliyor.
ANF'ye filmi hakkında konuşan yönetmen Cihani, filmine başladığında birçok çevreden olumsuz 
tepki aldığını belirterek, “Bu kızdır ve yapamaz’’ tepkisiyle karşılaştığını söylüyor.
Özellikle sinemanın erkek bakışına göre değerlendirilmesine karşı olduğunu belirten Cihani, çok 
sayıda kişinin halen kadının gücüne inanmadığını belirtiyor. Cihani “Sanatsal alanda kadınlar 
büyük adımlar atabilirler. Ama maalesef Kürdistan’da kadına tanınan olanaklar çok az’’ diyor.
‘Kürt kızları alınıp satılıyordu’
Güney Kürdistan’da bazı olanaklar bulabildiklerini söyleyen Cihani, uzun metrajlı filmin 
çalışmalarına başlamak için bir yıl gibi bir zaman harcadığına dikkat çekiyor. “Kadınlar çaba 
göstermeye devam etmeli ve kendileri için adımlar atmalı’’ diyen Cihani, ekibi ile Kahire’ye gidip 
filmini tamamlamak istiyor.
Saddam rejimi döneminde çok sayıda Kürt kızı Mısır’a gönderilerek satıldığını söyleyen Cihani, 
“Bu kadınlar eski Irak rejimi ve Arap mafyalar tarafından satın alınıp satılıyordu, köle olarak 
değerlendiriliyordu. Bu kadınların aileleri katlediliyordu. Genç Kürt kızlar da Mısır gibi ülkelere 
satılıyordu. Bunun için Kahire'de çekimler yapacağız’’ diyor.
Yönetmen Cihani, ilk kez Kürt kadınlarına yönelik siyasi içerikli uzun metrajlı bir filmin yapıldığını ve 
filminde feminist öğeler bulunduğuna dikkat çekti.
Cihani, bazı sorunlardan dolayı Mısır’a erken gidemediğini söyleyerek, Hewler Asayişi’nde artık 
pasaport işlemlerinin tamamlandığını ve önümüzdeki günlerde Mısır’a gideceğini belirtiyor.
Babası İran’da idam edildi
1979 doğumlu genç sanatçı Şirin Cihani, küçük yaşlarda annesinin desteği ile sinema ve şiire 
merak saldı. Babası Eli Cihani, İran rejimi tarafından Şirin henüz 5 yaşında iken Tahran’da Devrim 
Muhafızları’na yönelik bir bombalama eylemine karıştığı iddiası ile idam edildi. Hümeyra isimli 
annesi tek başına Şirin, kız kardeşi Şemzin ve erkek kardeşini büyüttü. Öykü yazarı ve şair kardeşi 
halen Mahabad’da yaşıyor. Avrupa’da yaşayan Şemzin ise halen Roj TV’de çalışıyor.
Ailesinin edebiyata ilgi duyduğuna dikkat çeken Şirin “Annemiz her zaman bizden edebiyatla 
uğrmamızı istedi. Onun ilgisi çocuklara da yansıdı” dedi. İran rejiminin ailesi ve kendisi üzerinde 
yoğun baskısı olduğundan dolayı Mahabad’ı terk ettiğini söyleyen Cihani, neden Güney Kürdistan’
a gittiğini ise şöyle anlatıyor:
“Sanatsal çalışmalarıma devam edebilmek için Güney Kürdistan’a geçmek zorunda kaldım. 
Burada kısa bir süre Kürdistan TV için çalıştım, şimdi Zagros TV’deyin ve film çalışmalarıma 
devam ediyorum. Eğer İran’da kalmış olsaydım, şüphesiz tutuklanacaktım. Avrupa’ya çıkma 
olanağım da yoktu. Ben de Güney’e geçip halkıma ve ülkeme hizmet edeyim dedim.’’


Şiir ve sinema merakı
Şirin’in şimdiye kadar “Ateşteki Sema’’ adlı tek şiir kitabı da kaleme aldı. 2002 yılında Sine 
kentinde ‘Goran’ yayıncılık tarafından basılan kitapta yer alan çok sayıda şiir, İran rejiminin 
kısıtlamalarından dolayı sansürlendi. Daha sonra aynı şiir kitabı Hewler’de de basıldı.
Şirin Cihani şairliğin yanısıra film çalışmalarına da son yıllarda hız verdi. Son filminde önce beş 
filme imza attı. Şirin, film çalışmalarında Doğu Kürdistanlı iki şair, Siware İlxanizade ve Jila 
Huseyni’yi anlatarak başladı.
Şirin “Seqiz’li Jila Huseyni bir kaza sonucu yaşamını yitirdi. Siware İlxanizade ise Bokan’lı ve Doğu 
Kürdistan Kürt edebiyatında Soranice lehçesiyle modern şiir yazan kişidir’’ şeklinde kendisini 
kamera arkasına alan iki şairi anlatıyor. Şairleri konu alan belgesel filminden sonra kısa metrajlı 
filmler yapmak isteyen Şirin Cihani, her hangi bir sinema öğrenimi görmedi.

20 Ekim 2011 Perşembe

0 Latife-i Muhabere Kuşağından Haberler


  • Bazen insanlar ekonomiden, siyasetten, haberden ve yaşamlarından sıkılıyorlar. Hayatlarının bu kadar "ciddi" olmasından yakınıyorlar. Bazen muhabbet, bazen geyik yapmak istiyorlar.
  • İŞTE LATİFE-İ MUHABERE KUŞAĞINDAN HABERLER...
  •  
  • Uluslar arası grip federasyonuna müracaat eden kertenkeleler bu sene çıkacak gribe kendi adlarının verilmesini isteyen bir dilekçe verdiler.
  • Patateslerin yamuk yumuk olmasına sinirlenen patates üreticisi nizami bir patates yetiştirmek için olayı yargıya taşımaya hazırlanıyor.
  •  Sabunsuz temizlik konusunda şüpheleri olan ev hanımları canlı yayında Hacı Şakir'in mirasçılarıyla hararetli bir tartışmaya girdiler.
  •  Uçaktan atladıktan sonra paraşütü açılmayan vatandaş tahmin edileceği üzere feci şekilde öldü.
  •  Son model arabası çizilen mirasyedi genç olaya pozitif yaklaşarak "pasta cila yaptırırız ne var yani?" dedi.
  •  Kamyon kasası imalatçıları birliği yaptığı açıklamada kamyon arkası yazılarıyla kendilerinin bir ilgisi olmadığını bildirerek vatandaştan bu konuda sağduyulu olmalarını istedi.
  •  "Bugün de akşam oldu" diyerek efkârlanan vatandaş efkârını karısını döverek dağıtmaya çalışıyor.
  •  Havaların serin gitmesine en çok üzülenlerin pencerelerin kapalı tutulmasından dolayı hırsızlar olduğu yapılan araştırmada ortaya çıktı.
  •  Burnunu karıştıran ilkokul öğrencisi öğretmeni tarafından feci şekilde dövüldü.
  •  
  •  Uzaylıların kendisine dünürcü olarak geldiğini iddia eden emekli vatandaş "Benim uzaylıya verilecek kızım yok!" dedi.
  •  "Zamanında beni kimler istemedi" diyen kız kurusunun yalan söylediği babaannesinin yaptığı şok itiraflarla ortaya çıktı.
  •  Kuzeyden güneye doğru uzanan dağ silsilesi bütün amacının batının şerrinden doğuyu korumak olduğunu söyledi.
  •  Peygamber olduğunu iddia eden bir şahıs; "Ben böyle bir peygamber göndermedim!"diyen şahsı bıçaklayarak suç aletiyle karakola teslim oldu.
  • Dürbünüyle komşularının evini takip ediyor şikâyetiyle gözaltına alınan röntgencinin ilk ifadesinde bakar kör olduğu anlaşıldı.
  •  Uzun zamandır ekranlarda görmeye alıştığımız televizyon yıldızı fazla göze çarpmayı sevmediğini söyledi.
  •  Diş fırçası yerine traş bıçağını ağzına sokan şaşkın vatandaş dilinde biten tüyleri traş etti.
  •  Kavun alır gibi kız almaya çalışan damat adayı soluğu karakolda aldı.
  •  Son nefesinde etrafındaki dört gözle ölmesini bekleyen mirasçılarına çomak sallayan vatandaşın elleri öylece kalakaldı.
  • Kefen parası bulamayan ceset hortlayarak cenaze levazımatı satan dükkânda maddi zarara sebebiyet verdi.
  •  Bir daha yalan söylemeyeceğini açıklayan Pinokyo'nun bu esnada burnunun uzadığı gözlemlendi.
  • Balon haberler yaparak geçimini sağlayan gazeteci toplu iğne lakaplı başka bir gazeteciyi işlerime engel oluyor diye mahkemeye verdi.
  • Ganyan bayisinde kalp krizi geçirerek ölen şahsın cenazesi çim pistinde yapılacak olan yarış sonrası Veliefendi Hipodromundan kaldıracak.
  •  Ankara pavyonlarında şarkı söyleyerek geçimini sağlayan Ankaralı Şevket'in aslında Çorumlu olduğu anlaşıldı.