Pages

film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Şubat 2014 Pazar

0 Şêx Said'in hayatı ve mücadelesi filme çekiliyor

Amed'de 1925 yılında Dağkapı Meydanı'nda 46 arkadaşı ile birlikte idam edilen Şêx Said'in hayatı ve mücadelesi filme çekiliyor.  Belgesel tarzında iki yıldır çalışması süren film için Şêx Said dönemine tanıklık edenlerin yanısıra, ailesi ve mücadele arkadaşlarının hayatlarından da kesitler sunuluyor. 10-14 bölüm arasında düşünülen Şêx Said'in hayatı belgeseli aynı şekilde uzun metrajlı film olarak da Amed'de yapılacak gala da önümüzdeki aylarda izleyici ile buluşacak.
Cumhuriyet döneminde ilk büyük Kürt isyanı olarak tarihe geçen Şêx Said isyanı filme çekiliyor.
Yaklaşık 2 yıldır süren çalışmalarda Amed, Elazığ, Erzurum, Bingöl, Muş, Ağrı, Manisa, Adana, İzmir, Yalova gibi illerde Şêx Said dönemine tanıklık edenlerin ve çocukların anlatımlarına yer verilirken, 1925 isyanı öncesi, isyan ve isyan sonrasında yaşananlar da filme konu ediliyor.
İlk olarak 10-14 bölüm arasında yayınlanması planlanan belgeselde, Şêx Said'in çocukları, torunları, onu son görenler, idam edilmeden önce cezaevinde ziyarete gidenler ve mahkemesine katılanların da görüşlerine yer veriliyor.
Uzun bir çalışma sonucu hazırlanan belgeselde, şimdiye kadar gün ışığına çıkmamış bir çok tarihi olayın da hikayesine yer verilecek.
Dizi halinde yayınlanacak belgeselde, 1925 öncesi Kürdistan'da politik ve sosyal durum, isyanın başlaması sonrasında yaşananlar, katliamlar, çatışmalar, köylerin boşatılması ve Şêx Said ve arkadaşlarının yargılanması, idam edilmeleri ve idamlardan sonra bölgede yaşanan küçük çaplı ve şu ana kadar hiçbir yerde yayınlanmamış ayaklanma ve çatışmaların hikayelerine, tanıklıklarına yer verilecek.
Konu hakkında görüştüğümüz Şêx Said'in torunlarından Felat Özsoy, kendisinin de henüz belgeseli görmediğini ancak uzun bir emek harcanarak ve tarihe mal olacak tarzda bir çalışma olduğuna inandığını söyledi.
Dizi halinde çekilecek belgesel, aynı zamanda uzun metrajlı film olarak da izleyiciyle buluşacak. Şêx Said belgeselinin tamamlanması ardından, önümüzdeki aylarda da uzun metrajlı film olarak Amed'de galası yapılacak.

DEDEMİN MEZARI ORDU EVİ İÇİNDE

Dedesinin mezar yerinin tespiti konusunda şu ana kadar resmi yetkililere ailece yaptıkları başvurulardan bir sonuç alamadıklarını kaydeden torunu Felat Özsoy, ANF'nin 20 Ocak tarihinde yayınladığı fotoğrafları doğrulayarak, dedesi ve arkadaşlarının mezarının burada olduğunu ve mezar yerlerinin tespiti için hukuki çalışmalarını sürdürdüklerini söyledi.
Özsoy, 1930'lu yıllarda aile olarak mezarların ziyarete gidilerek Fatiha okunduğunu ve giden kişilerin anlattıklarına göre mezar yerindeki dut ağacı altında dinlendiklerinin kendilerine birçok kesimden anlatıldığını belirtti.
Özsoy, Şêx Said'in nüfusta şu anda belirlenen 82 varisinin olduğunu ve bunlardan Diyadin Fırat'ın veraset ilamı çıkardığını belirterek,  "Şêx Said'in soy olarak bir çok torunu bulunmaktadır. Kürt siyasetinde yıllardır emek veren bir çok kişi de torunudur ve misyon olarak da bağlılıklarını sürdürmektedir" dedi.

Özsoy, Şêx Said'in halen tek yaşayan oğlunun Şêx Ahmet efendi olduğunu ifade ederek, "Muhakkak ki dedemiz hakkında ilk söz söyleyecek kişi oğlu Şêx Ahmet efendidir. Bunun dışında kimseye 'Son varis' diye bir paye biçilmemiştir. Şêx Said'in oğlu, torunları, torunlarının çocukları halen hayatta. Hepsi de saygın kişilerdir ve kamuoyunda saygınlığı hak etmiş insanlardır. Şêx Said'in varisleri davasını sürdüren herkestir. Kürt halkının kendisidir" şeklinde konuştu.

6 Haziran 2012 Çarşamba

0 DOM Kısa Film


Mıtırp,Dom ,çingene
“Kimliğim beni başka hiç kimseye benzemez yapan şeydir.”[1]

Herhangi bir kimlik kartınızın olmadığını hiç düşündünüz mü?
Kimliğinizin, doğduğunuz coğrafyada bir türlü yer bulamayışını?
Mesela komşularınıza göre bir başka türlüsünüz. Başka türlü diliniz, başka türlü eğlenceniz, başka türlü kültürünüz…
Öyle ki insanlar da size durmadan bunları anımsattırıyor.
Mesela kimlik kartınız olmadığı için okula gidemiyorsunuz.
Yaşıtlarınız karnelerini aldığı zaman siz karnelere bakıyorsunuz, içiniz acıyor. Kimlik-siz-liğinize için için acıyorsunuz, acıyor çocukluğunuz.
Belgesel 10 yaşındaki Levent ile başlıyor.  İlk sahnede Levent kemençe çalıyor. Ardından Nusaybin sokaklarında otostop çekiyor. Yönetmen Halil Aygün bu belgeseli çekerek gözün ardında kalan bir kimliği sahneye koyuveriyor. Derken başlıyor hikâye…
“Neden kimliğin yok?” dediler. “Bilmiyorum” dedim.
O, okula gidemiyor, doktora gidemiyor. Çünkü kimliği yok ve neden kimliğinin olmadığını o da bilmiyor. Ama bildiği bir şey var; yaşıtları karnesini sorduğunda içi yanıyor.
Bir başka ‘Dom’un hikâyesine geçmeden önce 10 yaşındaki Levent’in sözleri, bakışları ve en son yutkunuşu ince ince işliyor zihninize:
Biz Subaşı’na gidiyoruz, geziyoruz. Otostop çekiyoruz. Diyorlar ki, siz niye bu kadar çok geziyorsunuz? Durumumuz iyi olmadığı için geziyoruz, diyorum. Diyorlar ki hırsızlık yapıyorsunuz, bir daha Subaşı’na gelmeyin.”
Çingenelere benzer bir yaşam tarzları var ve çalgıcılıktan para kazanıyorlar. Ama Çingene değiller. Kürtçenin Kurmanci lehçesini konuşuyorlar ama bu kendilerine sorulduğunda bunun kendi dilleri olmadığını kendilerine has özel ve Kürtçeden farklı bir dilleri olduğunu söylüyorlar. Dağ, yayla, ova yaşamına alışık ‘Dom’lar, darbeden sonra zorlaşan hayat koşulları neticesinde zorla yerleşik hayata tabi tutulmuşlar. Göçebe yaşamına alışık Domlar, ortamlarından koparıldıktan sonra geçimlerini müzik yaparak sağlamaya başlamışlar. Onlara sorarsanız, ne Kürtler ne de Çingene. Onlar, kendilerini Dom olarak ifade ediyorlar.  Bunu, etnik bir aidiyet olarak görüyorlar. Komşularına sorarsanız, onlar Mıtırpdır.
 “…Hıristiyanların Paskalya bayramına gitmeye karar verdik. Biz arabayla giderken yolda arama vardı, askerler bizi çevirdi. Komutan, Siz kimsiniz, nereye gidiyorsunuz diye sordu. Geziciyiz dedik, anlamadı.  Mıtırbız, dedik anlamadı. Aşığız dedik yine anlamadı. Komutan benim bildiğim aşık, birine gönül vermiş kimsedir, dedi. Siz Çingene misiniz, diye sorunca, hayır biz çingene değiliz dedik…”
‘Dom’lar, yani çalgıcılık yapan Kürtler(içinde eridikleri toplum anlamında) ya da Kürtçe konuşan mıtırplar, çadırlarda yaşayıp sürekli yer değiştirirlerdi. Özellikle 80′lerden sonra yerleşik hayata geçiyorlar. Yerleşik hayata geçtikten sonra geçimlerini “rıbap” yada “kemençe “ adını verdikleri çalgıyla sürdürmeye başlalar.
“…Aynı topluluğa ait olanlar “bizimkiler” olur, yazgılarına arka çıkmak istenir, ama onlara karşı zalimce davranmaktan da kaçınılmaz; “ılımlı” görülürlerse kınanır, yıldırılır, “hain” ya da “döneklikle” suçlanırlar. Ötekilere gelince, karşı kıyıdakilere gelince, kendimizi asla onların yerine koymaya çalışmayız, şu ya da bu sorunla ilgili olarak tamamen haksız olamayacaklarını kendimize sormaya hiç gelemeyiz, onların şikâyetleri, çektikleri acılar, kurbanı oldukları haksızlıklar karşısında yumuşamaktan kaçınırız. Sadece, çoğu zaman topluluğun en militan, en laf ebesi, en aşırı kesiminin bakış açısı olan “bizimkiler”in bakış açısı önemlidir.”[2]
Komşu kızını severse Dom delikanlılar, işleri zor. Çünkü yerli halk, ‘Dom’lara kız vermiyor. Dom delikanlıların para kazanabilecekleri tek iş rıbap yani kemençe çalmak. Bazen mağaralarda yaşıyorlar bazen de köylere gidiyorlar. Çoğu zaman köylerden kovuluyorlar. Şehir dışına çıkamıyorlar çünkü Türkçe bilmiyorlar.
Yönetmen Aygün, bizleri bu belgeseliyle güzel kemençe çalan, kimlik kartı olmadan yaşayan, ayakları topraktan kesik ve bir o kadar toprağa bağlı insanlarla tanıştırıyor. Bu insanlar, toplum ve devlet tarafından devletsiz, dilsiz varsayılışlarına tepkililer.
Genç yönetmen Aygün 22 dakikalık belgesel ile ‘Dom’ların kimlik sıkıntılarını, yaşama dertlerini, müziklerinin güzelliklerini, tanımlanmamış aidiyetsiz hürlüklerini rıbap sesiyle bir anda dünyamıza alıveriyor. Bu kısa filmde, yaşlı, çocuk, kadın, erkek derken toplam 7 farklı hikâyeyi görüyoruz.

İzlemek için linki tıklayınız : http://effest.erciyes.edu.tr/eff5/dom.html

0 Uçaktan atlarken neden “Geronimo” denir?


Uçaktan atlarken neden Geronimo denir?

Uçaktan atlarken neden “Geronimo” denir?

2. Dünya Savaşı’nı anlatan Hollywood filmlerinin klişesidir. Filmin hemen başlarında, hava harekatı sırasında paraşütçüler uçaktan atlamak için açık kapının yanında arka arkaya sıralanırlar. Yüzlerine vuran rüzgardan gözleri kısılır, henüz paraşütle atlama işinin acemisi olanların korkusu yüzlerinden okunur. Beklenir, beklenir… Neticede emir gelir ve askerler sırayla uçaktan atlamaya başlarlar. Kendini kapıdan bırakan asker 
“Geronimooooo!..” diye haykırmaya başlar.
Peki neden?

Geronimo’nun Apaçi Kızılderililerinin son lideri olduğunu çoğumuz biliyoruz. Ancak uçaktan atlarken ABD askerlerinin bu savaşçının adını anması sizce de biraz garip değil mi?
İşin doğrusu, ben bu konuyu incelemeden önce “Geronimo!” haykırışının son Kızılderili liderine bir saygı ifadesi olarak kullanıldığını sanıyordum. Ancak ABD’nin böyle “düşünceli” davranışlarda bulunmasının pek adetten olmadığını bildiğimizden, gerçek sebebiyle ilgili biraz araştırma yaptık. İşte sonuç:
Efendim. 1940larda, ABD ordusu askerlerini savaş alanlarının gerisine kolay yoldan taşımak için uçaklardan paraşütle bırakmanın yollarını aramaktadır. Bu konudaki ilk ciddi deneme, Paraşüt Deneme Müfrezesi (Parachute Test Platoon) adıyla anılan 50 asker üzerinde uygulanır.

Bu askerler ABD’nin Georgia eyaletinde bulunan Fort Benning’de konuşlanır, bütün yaz mevsimini sırtlarındaki standart ekipmanların üzerine paraşütleri eklenmiş halde talim yaparak geçirirler. Her günün sonunda, askerlerin kafalarını dağıtabilmeleri ve dinlenmeleri için izin verilir. Onlar da çoğunlukla havalandırmalı Main Post Tiyatrosu’na o gecenin filmini seyretmeye giderler.
1940 Ağustos’unun bir gecesinde, gecenin filmi Paramount’un Geronimo isimli western filmidir. Film sonrası geri dönerlerken, askerler ertesi günkü atlamayla ilgili konuşurlar. Bu atlayış, öncekilerin aksine ilk grup halinde atlayışları olacaktır. O güne kadar yalnızca bir kaç kere solo atlama yapan paraşütçüler heyecanlıdırlar. Askerlerden biri, 1.90′lık boyu ve iri yapısıyla diğerlerinden kolayca ayrılan Georgia yerlisi er Aubrey Eberhardt’tır. Atlayışla ilgili korkusunun olmadığını, atlayışın kolay geçeceğini söyler, arkadaşlarına caka satar.

Ancak arkadaşları bu sözüne bozulurlar. Hepsi korkmuşlardır ve onun da korkmasına rağmen, erkekliğine yediremediği için bunu kabul etmediğini söylerler.
Eberhardt, “Tamam ülen!” der. “Siz korkaklara, zerre miktar korkmadığımı göstermek için, yarınki atlayış sırasında Geronimo diye avazımın çıktığı kadar bağıracağım!”
Ertesi günkü atlayışta sözünü tutar. Uçaktan atlarken, herkesin duyabileceği bir sesle “Geronimoooooo!” diye haykırır. Müfrezenin geri kalanı altta kalacak ve onun dırdırını çekecek değildir, her biri atlayış sırasında aynı şekilde bağırırlar:“Geronimoooooo!”
Böylece bir askeri paraşütçülük adeti doğmuş olur.

Sonraki yıl, ABD ordusunun ilk resmi paraşüt birimi kurulduğunda (501st Parachute Infantry Battalion), Geronimo ifadesi alayın sloganı olarak belirlenir. Alay komutanı, Geronimo’nun torunlarına ulaşır ve ismini kullanabilmek için izin alırlar. Bugün, bu alayın sloganı hala aynıdır.
2. Dünya Savaşı sonrasında ABD Ordusu, atlayış sırasında bağırmayı yasaklar. Zira paraşütçülerin haykırışlarının operasyonlar sırasında birliklerin yerini deşifre edebileceğinden korkarlar.
Savaş sırasında paraşütçülerin yaşadıkları medyada yoğun olarak işlendiğinden, halkın beynine iyice kazınır. Askerler bağırmayı bıraksalar da, sivil paraşütçüler Aubrey Eberhardt’ın haykırışını tekrarlamaya devam ederler:
“Geronimoooooo!”

20 Kasım 2011 Pazar

0 İlk feminist Kürt filmi

Yıldızlar Gündüz Renksizdir' filminin çekimleri tamamlanmak üzere. İlk uzun
metrajlı filmiyle Mahabadlı kadın yönetmen Şirin Cihani, Kürt kadını beyaz
perdeye taşıyor.

Film, Irak'ta Baas rejimi döneminde cezaevine konulan, işkence gören ve insan tacirlerinin eline 
düşen Kürt kadınlarının dramına dikkat çekiyor.
İlk uzun metrajlı filmi için kamera arkasına geçen Doğu Kürdistanlı yönetmen Şirin Cihani, 
yaklaşık üç aydır filmin çalışmalarını yürütüyor. ‘Yıldızlar Gündüz Renksizdir’ (Stêrk di nav rojê de 
bêreng in) adlı film çekimlerinin büyük kısmı Güney Kürdistan Barzan, Süleymaniye ve Hewler 
kentilerinde çekildi. Ancak filme son hali Kahire'de verilecek. Yönetmen Cihani kısa bir süre sonra 
Kahire’ye giderek filmin çekimlerini tamamlayacak.


Feminist bir film
Ebbas Kiya Rostemi, Bahman Gobadi ve Mohsen Mexbelbaf gibi yönetmenlere çalışan İranlı ünlü 
kameraman Şehriyar Esedi Cihani’nin filmi için de kamerasını çalıştırdı. Ses kayıt için yine İranlı 
Esxer Şahwerdi de film çalışmalarında yer aldı. Kadın yazar Mehabad Qeredaxi’nin destek verdiği 
filmde, Baas rejimi sırasında hapse atılan ve işkence gören kadınlar yaşadıkları sorunlara dikkat 
çekiliyor.
ANF'ye filmi hakkında konuşan yönetmen Cihani, filmine başladığında birçok çevreden olumsuz 
tepki aldığını belirterek, “Bu kızdır ve yapamaz’’ tepkisiyle karşılaştığını söylüyor.
Özellikle sinemanın erkek bakışına göre değerlendirilmesine karşı olduğunu belirten Cihani, çok 
sayıda kişinin halen kadının gücüne inanmadığını belirtiyor. Cihani “Sanatsal alanda kadınlar 
büyük adımlar atabilirler. Ama maalesef Kürdistan’da kadına tanınan olanaklar çok az’’ diyor.
‘Kürt kızları alınıp satılıyordu’
Güney Kürdistan’da bazı olanaklar bulabildiklerini söyleyen Cihani, uzun metrajlı filmin 
çalışmalarına başlamak için bir yıl gibi bir zaman harcadığına dikkat çekiyor. “Kadınlar çaba 
göstermeye devam etmeli ve kendileri için adımlar atmalı’’ diyen Cihani, ekibi ile Kahire’ye gidip 
filmini tamamlamak istiyor.
Saddam rejimi döneminde çok sayıda Kürt kızı Mısır’a gönderilerek satıldığını söyleyen Cihani, 
“Bu kadınlar eski Irak rejimi ve Arap mafyalar tarafından satın alınıp satılıyordu, köle olarak 
değerlendiriliyordu. Bu kadınların aileleri katlediliyordu. Genç Kürt kızlar da Mısır gibi ülkelere 
satılıyordu. Bunun için Kahire'de çekimler yapacağız’’ diyor.
Yönetmen Cihani, ilk kez Kürt kadınlarına yönelik siyasi içerikli uzun metrajlı bir filmin yapıldığını ve 
filminde feminist öğeler bulunduğuna dikkat çekti.
Cihani, bazı sorunlardan dolayı Mısır’a erken gidemediğini söyleyerek, Hewler Asayişi’nde artık 
pasaport işlemlerinin tamamlandığını ve önümüzdeki günlerde Mısır’a gideceğini belirtiyor.
Babası İran’da idam edildi
1979 doğumlu genç sanatçı Şirin Cihani, küçük yaşlarda annesinin desteği ile sinema ve şiire 
merak saldı. Babası Eli Cihani, İran rejimi tarafından Şirin henüz 5 yaşında iken Tahran’da Devrim 
Muhafızları’na yönelik bir bombalama eylemine karıştığı iddiası ile idam edildi. Hümeyra isimli 
annesi tek başına Şirin, kız kardeşi Şemzin ve erkek kardeşini büyüttü. Öykü yazarı ve şair kardeşi 
halen Mahabad’da yaşıyor. Avrupa’da yaşayan Şemzin ise halen Roj TV’de çalışıyor.
Ailesinin edebiyata ilgi duyduğuna dikkat çeken Şirin “Annemiz her zaman bizden edebiyatla 
uğrmamızı istedi. Onun ilgisi çocuklara da yansıdı” dedi. İran rejiminin ailesi ve kendisi üzerinde 
yoğun baskısı olduğundan dolayı Mahabad’ı terk ettiğini söyleyen Cihani, neden Güney Kürdistan’
a gittiğini ise şöyle anlatıyor:
“Sanatsal çalışmalarıma devam edebilmek için Güney Kürdistan’a geçmek zorunda kaldım. 
Burada kısa bir süre Kürdistan TV için çalıştım, şimdi Zagros TV’deyin ve film çalışmalarıma 
devam ediyorum. Eğer İran’da kalmış olsaydım, şüphesiz tutuklanacaktım. Avrupa’ya çıkma 
olanağım da yoktu. Ben de Güney’e geçip halkıma ve ülkeme hizmet edeyim dedim.’’


Şiir ve sinema merakı
Şirin’in şimdiye kadar “Ateşteki Sema’’ adlı tek şiir kitabı da kaleme aldı. 2002 yılında Sine 
kentinde ‘Goran’ yayıncılık tarafından basılan kitapta yer alan çok sayıda şiir, İran rejiminin 
kısıtlamalarından dolayı sansürlendi. Daha sonra aynı şiir kitabı Hewler’de de basıldı.
Şirin Cihani şairliğin yanısıra film çalışmalarına da son yıllarda hız verdi. Son filminde önce beş 
filme imza attı. Şirin, film çalışmalarında Doğu Kürdistanlı iki şair, Siware İlxanizade ve Jila 
Huseyni’yi anlatarak başladı.
Şirin “Seqiz’li Jila Huseyni bir kaza sonucu yaşamını yitirdi. Siware İlxanizade ise Bokan’lı ve Doğu 
Kürdistan Kürt edebiyatında Soranice lehçesiyle modern şiir yazan kişidir’’ şeklinde kendisini 
kamera arkasına alan iki şairi anlatıyor. Şairleri konu alan belgesel filminden sonra kısa metrajlı 
filmler yapmak isteyen Şirin Cihani, her hangi bir sinema öğrenimi görmedi.

14 Eylül 2011 Çarşamba

0 Yılmaz Güney ve Yumurtalık Olayı


“Benim oturduğum mahallenin yolları çamurluydu, boyalı ayakkabı giysem bile, o yollardan geçtikten sonra çamurlanmamaları mümkün değildi. Hayatım da böyle..”

Yirmiyedi yıl önce bir sonbahar gecesi, Adana’nın Yumurtalık ilçesinde bir tabancanın tetiğine basıldı. Tetiğe basan; onu tutuklatan savcının bile, “O lümpen değil, bir centilmendi.” dediği, Türk sinemasının Çirkin Kral’ı Yılmaz Güney’di.


Yılmaz Güney,  5 Eylül 1974 Perşembe günü ekibiyle birlikte senaryosunu yazıp başrolünü üstlendiği, pamuk işçilerinin yaşamlarını ve sorunlarını anlatacak  “Endişe” filmini çekmek üzere Adana’nın Yumurtalık ilçesine  gider.  Filmde çalışanlar için, sahnelerin bazılarının çekildiği yerlere yakın diye Sait Erbaş ile Ali Orhan’ın deniz kenarında işlettiği, üstü otel, altı lokanta olan  Belediye Plaj Moteli’nde bir süre kalmak üzere anlaşma yapılır.


Film çekiminden döndükten sonra Yılmaz Güney; arkadaşları, tanıdıkları ve film çalışanlarından bazıları, 13 Eylül 1974 Cuma akşamı lokantaya giderek yemek yiyip, sohbet etmeye başladılar. Yılmaz Güney;  yanında karısı Fatma Pütün, Adana Belediye Başkanı Ege Bagatur, öğretmen Murteza Timur, Ali Özgentürk, Şerif Gören ile aynı masada  oturmaktaydı.  Motel deniz kenarında olduğundan tatil için ya da  yemek yemek için gelenler de vardı. Yumurtalık ilçesi hakimi Sefa Mutlu ve karısı Nuran Mutlu da misafirleriyle birlikte yan masada yemek yiyenler arasındaydı. Yılmaz Güney ve arkadaşları arasında yapılan sohbet sırasında filmin seslendirilmesi için teybe yeniden silah sesi alınması konuşuluyordu.


Çünkü Türk Sineması’nda ilk defa  bir film sesli çekilmekteydi. Bir süre sonra Hakim Sefa Mutlu ile Yılmaz Güney arasında sataşmalar başlar.  14’lü tabancanın namlusundan çıkan tek kurşun; Yumurtalık Hakimi Sefa Mutlu’nun yaşamına son verirken, Çirkin Kral’ı da savunmasındaki yanlışlıklar yüzünden cezasının gereksiz yere artmasıyla cezaevine gönderir. Böylece mutsuz ve acı dolu günler başlar.
19 Yıl Hapis Cezası
13 Temmuz 1976 Salı günü Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesinde kurulu mahkeme heyeti Yılmaz Güney’in TCK’nın 448. maddesi ile 6136 sayılı kanunun 13. maddesine göre 19 yıl hapse mahkum edilmesi kararını verir. 
Yumurtalık olayı… Yılmaz Güney’in kişisel yaşamı için değil, Türk sineması, Türk toplumu ve daha da ötesinde dünya sineması için acı, kara, istenmeyen bir gün ve bir durum, bir büyük sanatçının üzerine inen uğursuz bir lanet… Hiç yoktan içkinin, alkolün, geleneksel kabadayılığın, korunması gerektiği düşünülen onurun, uyulması gerektiği savunulan feodal davranışların neden olduğu korkunç bir olay… Vurulup giden bir hakim ve yeniden hapse düşen, en verimli çağında yaratma eyleminden uzak bırakılan büyük bir yetenek…Bunların üzerine eklenen savunma hataları... Ve normalde almaması gereken  19 yıl ağır hapis cezası... İşte “Yılmaz Güney ve Yumurtalık Olayı”; üzerine hiçbir yorum eklemeden, yaşayanların gözünden bir yaşam öyküsü.


Mehmet Uyarhas
(Tekel Bayii)
Yılmaz Güney ve ekibi, Abdülrezzak Ağa’nın çiftliğinde çekim yapıyor, motelde dinleniyor ve yatıyordu... Ben de tekel bayisi çalıştırıyordum... O zamanlar moteli Antepli Sait Ağa çalıştırıyordu… Bir gün Yılmaz Güney’in oğlu bir çocuğa taş atmıştı. Oda oğluna “Oğlum insanları hor görme sevmeye çalış.” diye öğüt vermişti.
Pamuk zamanı şarktan gelen amelelerin zorluklarını dile getirmek için film yapıyordu... Biz o zamanlar bir günde 5-10 rakı satamazken 300 tane rakı satardık, Yılmaz Güney’i görmeye gelenlere...
40-50 Tane Rakı Al Gel
Olayın olduğu gün Sait Ağa bana telefon açtı, “Mehmet araba bulursan 40-50 tane rakı al gel.” dedi, ben de bulup gittim. Yılmaz Güney’in masasında kalabalık bir grup vardı. Yılmaz Güney, filmde rol alanlarla yakın dostlarına yemek veriyordu. Yanında dönemin Adana Belediye Başkanı Ege Bagatur, eşi Fatoş, oğlu Yılmaz da vardı. Ben gazino işletmecisinin yanında oturuyordum. Laf döndü dolaştı film çalışmalarına geldi. O sırada hakim, karısı bir de savcının kardeşi o kadar masa dururken köşe başında Yılmaz Güney’in yanına oturdu...
Antepli Viski Gönder
Savcı; “Antepli viski gönder!” dedi.” Lan Antepli fıstık gönder!” dedi hakim... Bir ara Güney, masada oturanlara; “Film setinde tabancanın sesi iyi kaydedilmemiş. Burada ateş etsem iyi çıkar mı acaba?” diye sordu. Yanında oturan Ege Bagatur, “Gözünü seveyim Yılmaz, yapma. Ufak bir yer burası beni buradaki memurlarla yüz göz etme, gel Adana’da istersen roket  at. Ama beni burada zor duruma düşürme.” diyerek engel olmaya çalıştı.


O Çirkin Kralsa
Ben de Yumurtalık Kralıyım
Hakimin yanındaki kardeşi; ”Çirkin Kral silah sıkacak!” diye seslendi.  Hakim ayağa kalktı; “O Çirkin Kralsa ben de Yumurtalık kralıyım, silah sıkarsa tutuklarız” dedi. Hakimin çok alkol aldığı davranışlarından belli oluyordu. Aynı anda Yılmaz Güney art arda havaya üç el ateş etti.” Gel lan! Tutukla.” diye karşılık verdi. Hakim bu duruma çok sinirlendi ve Güney’in yanına gelip küfür etti. Bu arada gazino işletmecisi ve çalışanları araya girip Hakim Mutlu’yu gazinodan çıkarıp sahile indirdiler. Hakim giderken; ”Silah sıkan adamın avradını... yaparım!” diye küfür ediyordu... Yaklaşık 150 metre uzaklaştırdılar. Yılmaz Güney ise çok sinirlenmiş tir tir titriyordu.
Ortalık tam yatıştı derken Sefa Mutlu koşarak geldi ve demir sandalyeyi kaptığı gibi Yılmaz Güney’e doğru savurdu. Aynı anda da Yılmaz Güney elindeki tabancasını Sefa Mutlu’ya doğrultup, tetiğe bastı. Tek bir mermi sıktı. Göz bebeğinden girdi, arkadan çıktı. Hakim alnından vurulup, yere yığılmıştı… Gidebilirdi, kaçabilirdi, kaçmadı...
Suçlu Alkol
“Yılmaz Güney, sol sağ davasına mı vurdu?” diye sordular gazeteciler. Ben; ”Suçlu alkol” dedim... Keşke Yılmaz Güney de Sefa Mutlu da bu kadar alkol almamış olsaydılar. İkisine de yazık oldu.


O zaman buralarda emniyet yoktu, jandarma bakıyordu... Kaçmadı vurduktan sonra... Kahve de çalıştırıyordum o zamanlar... Diyarbakır, Ankara, İstanbul, Erzurum’dan insanlar geldi buralara... 400 tane öğrenci okutuyormuş üniversitede... 3 gün insanlar emniyetin çevresinde beklediler... Gelmiş geçmiş en iyi sinema sanatçılarındandı... Ülkemizi dünyaya tanıtanların başında geliyordu...

Hüseyin Erden
(Yumurtalıkta Gazino İşletmecisi)
O zamanlar bizim sinemamız vardı sinema oynatıyorduk… O gün plajdan çağırıyorlar babamı, ben de 16 -17 yaşlarındaydım,” Sen git!” dedi.  İşçiler, set çalışanları oturuyordu... Koyunlar kesilmiş, yemekler yenmiş, herkesi buyur etmişti... Üç el ateş etmek için jandarmadan izin almış, masanın üzerinde de kayıt cihazı vardı. Merdivenlerden yalpalayarak hakim, hanımı, kızı, kardeşi, çıktı; “Ateş edemezsin” dedi. Götürdüler tekrar geldi, bir şeyler söylemiş Yılmaz Güney’e , ben yakında değildim. Doğru adamları ifadeye götürmediler... İftira atarak aleyhte ifade verdiler... Yılmaz Güney isteseydi 4 saat burada jandarmayı beklemezdi.  Antakya kapısı 2 saat uzaklıktaydı, istese kaçardı…Şimdi o iyi dünyada... Yumurtalık olarak Yılmaz Güney’i çok seviyorduk...



Muarrem Kılıç
(Kasap Cici) 
Ben kendisini sinemalarından biliyordum, hayranıydım... Kirvesi olan çiftlik sahibi Mehmet Eken, benim için; “Hayranın var, gelecek.” demiş. İş bitmişti, akşam üzeriydi, oturuyorlardı, beni görür görmez ayağa kalktı... Bana; “Ne içersin?” dedi, ben de “Sizi gördüm içmiş gibi oldum” dedim...
Sinemacı Hüseyin; “Yılmaz Abi, televizyon çıktı Türk Sineması öldü.” dedi. O da “Esas şimdi belli eder herkes kendi gücünü.” diye karşılık verdi. İlk defa sesli film yapacağım. Pamuk toplayan işçiler ve silahın mermileri gerçek olacak.” diye devam etti...
Olayın olduğu gün ben uzaktaydım. Silah sesi duydum film çekiyorlar sandım, sahile indik baktık hakim yerde, bu kadar insan vardı da nasıl oldu ayırmadılar!..Herkes tuvaletteydim diyor... 
Filmde çekeceği silah sahnesini baştan yapacakmış, bunu duyan hakim sinirlenmiş... Ayırmışlar, sonra hakim elinde demirden sandalyeyle geri gelmiş... Vurmaya çalışınca o da silahı sıkmış, karısına sarkıntılık lafı dönüyor çok mantıksız yok böyle bir şey... Ben mahkemede de söyledim bunları...


Hapishaneye yemek götürdüm , tava yaptım kendisine; canı istemiyor ki, Kasap Cici’den başka kimsenin yemeğini yemem demiş... Ben mahkemeye Ankara’ya gittiğimde orada “Yılmaz’a özgürlük!” diye bağırıyorlardı, çok kalabalıktı...



Yücel Kumburlu
(Babanın Yeri Balık Lokantası)
Yılmaz Güney, Türkiye’de sesli olarak çekilen ilk film olan  “Endişe”nin çekimlerine Yumurtalık’ta başladı. 13 yaşlarındaydım ben o zaman… Ekibin yarısı Yumurtalık’taki Plaj Moteli’ne yerleşti. Motel şu anki BTC Otelin karşısındaydı. Sabahları çekime gider öğleden sonra gelirdi, alkol de alırdı, masasında rakı kadehi olurdu. Kır sakallı, kır saçlı birisiydi... Olayla ilgili benim duyduğum; Sefa Mutlu, Yılmaz Güney’in karısı Fatoş Hanım’a sözlü tacizde bulunmuş...


O olaylardan sonra, lacivert bir Mercedesi vardı unutmam, arabaya bindi önümden geçti jandarmaya gitti teslim oldu...
Ben ses kaydı  çekiminden dolayı olduğunu düşünmüyorum, çekim için insan cana kıyar mı?
Buranın kralı benim sözleri de geçiyor tabi aralarında... Yeğeni Abdullah Pütün ile birlikte biz biriketin üstünde oturuyorduk. Hiç unutmam zayıf uzun boyluydu,  siyah şalvar giymişti, üzerinde  sarı bir gömlek vardı... Kalktı karakola girdi: “Ben öldürdüm.” dedi.
Yılmaz Güney’in çok hayranı vardı, burayı çok sevmişti, bence bu olay olmasaydı; Bodrum’u, Antalya’yı sollardı burası...Sevgi, saygı vardı insanlara…
Burada iki ay kadar kaldılar. Oradakilerden hangisinin eline silahı verse “Ben vurdum!” derdi... Bu olay kendini bir Yılmaz Güney daha yaptı...







































Avukat Yalçın Öğütcan
(Dönemin Yumurtalık Savcı Yardımcısı)
1974 yılında Adana’da hakimlik stajını tamamladıktan sonra Adalet Bakanlığı tarafından  Yumurtalık Cumhuriyet Savcı yardımcılığında görevlendirildim. O tarihte Yumurtalık Hakimi Sefa Mutlu’ydu. Akşamları yegane bir yer olan Plaj Gazinosunda yemek yiyorduk... Gaziantepli birileri işletiyordu, sahil kenarında bir gazinoydu, moteldi aynı zamanda...
Bu arada Yılmaz Güney ekibiyle beraber “Endişe” filmini çekmeye gelmiş.Ekip olarak gidip plaj gazinosunda uzun masa etrafında toplanıyorlardı. Yılmaz Güney çok hürmetkar bir insandı. Adanalı olmam itibariyle bana iltifatta bulunurdu, sonra arkadaş olduk... Bana “hemşerim” diye hitap ederdi...
O  tarihte daha çok merkez sağ görüşlerde  birisi olmama rağmen benimle oturup konuşmaktan çok hoşlanırdı. Diyaloğumuz ilerledi tabi... Çeşitli kişiler geliyordu  Adana’dan; Ege Bagatur da Belediye Başkanıydı o tarihte, onlarla beraber masada oturup sohbet ediyordu, çok sevecendi, insanlara ayrı bir önem veriyordu...
Belki Ben Olsam Olay Olmazdı
Olay günü... Ben Ceyhan’daydım. Tüccar Kulübü’ne uğrayıp dönerim dedim, eğer oraya gitmeseydim ben de olay yerinde olacaktım... Belki de müdahalem olabilirdi; böyle bir olay olmayabilirdi. Çünkü  hakim de  benim meslektaşımdı.  Yılmaz Güney o tarihin en popüler sanat adamı.
Cumartesi akşamıydı, ekip yine oturuyormuş; Yılmaz Güney: “Filmde biz kurşun sesini aldık ama yeterli değil” deyip, elindeki tabancayı “İşte böyle ses çıkmalı” diyerek denize doğru ateşlemiş. O zaman Sefa Mutlu ayağa kalkıp; “Kim bu adam? Savcı yok ben yetkiliyim.” diyerek Yılmaz Güney’in üzerine yürüyor, alkol de var tabi...
Sözlü ve Fiili Sataşma Var
Adli vaka olarak elinde bir silahla kayıtlara geçiyor. Hakim de elinde sandalye ile üzerine yürüyor önce... Tabi sözlü sataşma da var; “Buranın kralı  sen mi, ben mi?” hesabı, bunlar adli vaka sonucunda ortaya çıkan durumlar...
Eşi ile ilgili sözlü sataşmalar denildi ama böyle bir şey yok. Elinde, kolunda sıyrık vardı Yılmaz Güney’in. Yılmaz Güney’in ilk savunmasına; “Tek silah patlıyor, mermi hakimin başına isabet ediyor.” olarak geçiyor.
O sırada ben geldim, herkes kaçışıyordu, ben gelene kadar hadise olmuştu. Kimin vurduğuna mı bakacaksın; meslektaşa mı bakacaksın. Ben önce onu sağlık kuruluşuna ulaştırma derdine düştüm, hakime sarılıp kucağıma aldım taksiye bindim, “Yılmaz Güney’i gözaltına alın geliyorum.” dedim. Adana Numune Hastanesine ben getirdim kucağımda.... O tarihte Baş Savcı Alp Tekin Özhan’dı. Ben hemen aradım, geldi beni gördü hakim ameliyata alındı. “Sen eve git üzerini değiştir Yumurtalık’a geri dön” dedi...
Ben Yapmadım
Yılmaz Güney, Fatoş Güney hepsi karakolda oturuyordu. Tabi birbirimizi gördük ve baktık; her zaman konuştuğumuz, dost olduğumuz arkadaşlarımız... Ünlü insanla sohbet etmekten ben de çok mutluydum, bakıştık, bana; “Ben hümanist bir insanım ben yapmadım.” dedi. Ben bir şey söylemedim, gecenin geç saatlerine kadar telefon trafiği oldu.
Hakimler kanununda şöyle bir madde var; hakimlerden birisi ölür ise bununla ilgili Cumhuriyet Savcısı karar verebilir.  Yardımcılarından birisi değil... İl savcılarından biri soruşturmayı yapar. Ben sadece emniyet tedbirlerini aldım.
Aranacak kişi yok, bunu bildirdim, bekle dediler. Cengiz Ataç adında bir Cumhuriyet Savcısı atandı ben de yardımcısıydım...
Ben Yaptım
Odada otururken, içeriye birisi girdi elinde de bir silah: “Yumurtalık’ta akşam cinayeti işleyen bendim, silahı da teslim ediyorum, ben Abdullah Pütün’üm. Hakimi ben vurdum, hakaret etti.” dedi. Tabi hemen gözaltına alındı masa düzeni hazırlandı, kimler oturuyorsa tespit edildi, hepsi tek tek dinlendi. Zabıtlara geçerek dinlendi, bu aşamadan sonra Abdullah Pütün ile olay yerine gidildi, Abdullah Pütün’e; “Nerede oturuyordun?” denildi; oturduğu yeri bulamadı. Gösterdi bir yer ama başka bir yerdi... Bu arada bir çok tanık, Adana’dan olanlar, “Ben o sırada tuvaletteydim.” dedi...
Abdullah Pütün’ün hakimi ben vurdum demesi, soruşturmayı değiştirdi... Yılmaz Güney savunmanın başında; “Elimde silah vardı, hakim geldi, sandalye ile vurdu elime, istem dışı karşımdakini vurdum.” tarzında ifade verseydi, bu savunma şeklini tercih etseydi daha farklı bir sonuç çıkardı.  Ama hadisede hiç olmadığını, Abdullah Pütün’ün vurduğunu iddia ettikleri için kötü oldu...


Ben götürdüm ağır cezaya, Yılmaz Güney’in dosyasını... 
Yılmaz Güney çok üzgündü tabi ki; insancıl birisiydi, bu neticeyi istemedi. O da “Bu yaşanmamalıydı!” diyordu...
Yanlış Savunma
Yanlış yönlendirme oldu, Abdullah Pütün’ün yanıltma suçunu işlediği, Yılmaz Güney’in de suçun faali olduğu iddianamade işlendi...
Bana göre yanlış savunma stratejisinden dolayı o dönemdeki en üst ceza verildi...Kader bizi orada savcı yaptı...
Olayın meydana geliş şekli ve tanık ifadelerinin anlatımlarına bakıldığında; Yılmaz Güney’in eyleminin “kasten adam öldürmek” değil “kastın aşılması sonucu adam öldürmek” suçunun oluştuğu ihtimali ağırlık kazanmaktadır. Ve bu suçun cezası o döneme göre sadece 8 senedir. Bunun için, çeşitli senaryolar üretmek yerine, Yılmaz Güney’in cinayeti itiraf etmesini sağlayarak; eylemin tahrik sonucu oluştuğu ve öldürmeye yönelik bir kasta dayanmadığına ilişkin savunmasıyla yasanın kendisine sağlayacağı her türlü indirimden yaralanması mümkündü. Oysa, mahkemeyi yanıltmayı yeğleyen savunma, haksız tahriklerden de, ceza indiriminden de yeteri kadar yararlanılmasını engellemişti. Böylece yapılan bu yanlışlıklar Yılmaz Güney’in hayatını  trajediye dönüştüren bir çok olayın  başlangıcını da oluşturmuştur.

1 Eylül 2011 Perşembe

0 İstanbul’un fethine panoramik bakış

İstanbul, 556 yıl önce bugün fethedildi. Gündelik telaşlardan kurtarabilirseniz kendinizi, Topkapı Şehir Parkı’ndaki Panoramik 1453 Müzesi’ne düşürün yolunuzu. Kendinizi bir savaşın içinde bulmaya hazırsanız tabii, üzerinden askerlerin düştüğü, ateş toplarının atılıdğı surlar, devrilen atlar ve kılıç şakırtılarıyla çepeçevre kuşatılan bir müze bekliyor sizi…
Son zamanlarda hiç hayret etmediyseniz, hiç merak etmediyseniz temkinli olun, dünyann ilk tam panoramik müzesi büyülenme riski içeriyor.
fetih01
Bu müzede İstanbul her gün yeniden fethediliyor
Panoramik 1453 Müzesi’nin bir kusuru var, o da çok kalabalık olması. Bu kusurda da kıvanç duyulacak bir yan var tabii, kapısında kuyruk oluşan kaç müzemiz var ki! Ziyaretçilerin, ziyaret defterine “Her şey çok güzeldi; ama içerisi çok kalabalıktı” diye yazdığı, yetkililerin “Mümkünse hafta içi gelin, sabah erken saatlerde ya da ikindiden sonra rahat gezebilirsiniz” yollu tembihler yaptığı kaç müzemiz var? Bunca rağbet gören bir müzeyi sağır sultan bile duymuş olmalı; ama biz yine de varlığından söz edelim, tellalların cümle âlemi müzeye davet ettiği gün ola ki, bir sevgili okurumuz, yurtdışındadır, öteki hasta yatıyordur, biri o sırada mutfakta bulaşık yıkıyordur, diğeri dosyaların arasına gömülmüştür. Evet, duymayanlar için bir kez daha, aşk ile “Artık bizim de panoramik bir müzemiz var hem de dünyadaki benzerlerinden daha özellikli bir müze.”

Bu müzeye niye gidelim?
Bilmek hakkımız, çoluk çocuğu toplayıp gittik diyelim, ne göreceğiz bu müzede? Projenin koordinatörü ve müzenin müdürü Haşim Vatandaş cevaplıyor sorumuzu: “Dünyada panoramik müzeler var; ama 1453 müzesi hem yatay hem de dikey olmasıyla ayrılıyor onlardan. Burada sadece duvarlar değil, kubbe de panoramanın bir parçası. Böylelikle, basamakları çıkıp panoramik resmin bulunduğu salona giren ziyaretçi, zaman makinesinin içinden geçip savaşın ortasına düşmüş gibi oluyor. İstanbul fethedilirken çekilmiş bir fotoğrafı görmek gibi heyecan uyandırıyor müze, şaşırtıyor, o gün surların birinden başınızı uzatsanız böyle bir manzara görebilirdiniz ancak.” Surlar ve bulutlu bir gökyüzüyle çepeçevre kuşatıldığınız platforma adım attığınız ilk anda ne hissedeceğinizi peşin peşin söyleyelim: şaşkınlık, hayranlık, coşku, merak…
Mehter marşı, top sesleri, kılıç şakırtıları… Surlardan ateş düşüyor, asker düşüyor, surlara tırmanan askerler şehit düşüyor. Atlar devriliyor, yaralılar taşınıyor, hocalar dua ediyor. Ve Fatih’i hiç böyle genç görmediniz. Fellini’nin resminde olduğu gibi 50 yaşında değil, 21 yaşında, atının üzerinde, surlara son hücumu yapan askerlerine emirler veriyor…
Müzenin belki en eğlenceli yanı, bulutların arasına gizlenmiş Fatih portresini keşfetmek. Yüzü tavana dönük, boynu yana eğilmiş onlarca insana hiç gülmeyin, birazdan siz de onların arasına katılacak ve bu mühim sırrı çözmeye çalışacaksınız.
Müşkülpesent bir ziyaretçiyiz biz, merak değil mi, soruyoruz, bu devasa, çerçevesiz, 360 derece açıldığı için sınırsız resim ve içindeki 10 bin figür, gerçeğe ne kadar uygun? Haşim Vatandaş sekiz kişilik ekibiyle çıkardığı işten hayli emin. “Çok araştırdık” diyor ve ekliyor: “Kendi kaynaklarımıza inince oryantalistlerin yanıldığı noktaları bulduk. En önemli kaynağımız 1453 sonrasındaki yüz yıllık dönemde yapılmış minyatürlerdi. Özellikle kıyafetlerde minyatürlerden çok faydalandık.”
Ziyaretçiler ilk etapta panoramik resmin bulunduğu salona girmek istese de, girişteki panoların ihmal edilmemesi gerekir. Fatih Sultan Mehmet’e ve İstanbul’un fethine ait resim, minyatür ve gravürlere bakmayı ve yazıları okumayı sona bırakabilirsiniz; ilk şaşkınlığı atlattıktan sonra; ama hayranlık ve coşkuyu kaybetmeden önce…

Nerede? Ne zaman? Ne kadar?
Panoramik 1453 Müzesi, Topkapı Şehir Parkı’nda. Hafta içi 09.00-19.00 – hafta sonu 09.00-21.00 arası ziyaret edilebiliyor; ama kalabalıktan bunalanlar hafta içi sabah 11.00′e kadar veya 16.00′dan sonra daha sakince gezebilir. Ücrete gelince gayet makul, sivil 5 lira öğrenci 3 lira. On kişiyi geçen gruplara indirim de yapılıyor.


PANORAMA 1453 TARİH MÜZESİ BELGESEL FİLMİ.HD

30 Ağustos 2011 Salı

0 Zeki Demirkubuz - Yeraltından Notlar


Yeraltı Sohbetleri

Zeki Demirkubuz'un, Dostoyevski'nin 'Yeraltından Notlar'ından ilham alarak çektiği 'Yeraltı' tamamlandı. Filmin tanıtım videosunda Engin Günaydın ve Sırrı Süreyya Önder, Demirkubuz’un arkasından konuşuyorlar.


Sinemanın önemli yönetmenlerinden Zeki Demirkubuz'un, Dostoyevski'nin 'Yeraltından Notlar'ından ilham alarak çektiği son dilmi 'Yeraltı' tamamlandı. Aralık 2011'de vizyona girmesi beklenen Yeraltı'nın başrolünde komedyen Engin Günaydın var.

Engin Günaydın'a Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) İstanbul milletvekili Sırrı Süreyya Önder,  Sarp Atak, Serhat Tutumluer ve Nihal Yalçın eşlik ediyor.

Film için çekilen tanıtımda Engin Günaydın ve Sırrı Süreyya Önder aralarında Demirkubuz hakkında konuşuyorlar. Filmin Facebook'taki sayfasında yayınlanan videoda yönetmenleri hakkında sert eleştirilerde bulunan Günaydın ve Önder, Demirkubuz'un ikisini de "Başrol sensin" diyerek kandırdığını söylüyorlar.

S.S.Ö.: Zeki, sana da mı 'Başrolsün' dedi?

E.G.: Evet.

S.S.Ö.: Bana da öyle dedi ama "Engin'e çaktırma" diye de ekledi. Peki, benim oyunculuğumu nasıl buldun Engin? Ben senin oyunculuğunu hiç beğenmedim.

E.G.: Ben seninkini beğendim aslında... Oyunculuk zihinle yapılan bir şeydir.

S.S.Ö.: Ben bu zamana kadar oyunculukta hiç zihnimi kullanmadım. Zihnimi hep otel odasında bıraktım.

Videonun tamamını
buradan izleyebilirsiniz.

19 Ağustos 2011 Cuma

1 Hayallerim Aşkım ve Sen 1987 Türkan Şoray Oğuz Tunç


Hayallerim Aşkım Ve Sen

Hayallerim, Aşkım ve Sen, yönetmenliğini Atıf Yılmaz'ın yaptığı 1987 yılı yapımlı sinema filmidir. Yetimhane de büyüyen bir çocuğun Derya Altınay (Türkan Şoray)'a yetimhanede ki aşkı Rukiye'den bile soğumasına neden olan hayranlığı ve birgün Derya Atay'ın yetimhaneyi ziyaretinden sonra evlatlık aldığı Rukiye den sonra çocuğun tek amacı olan Derya Atay için senaryo yazması anlatılmaktadır.
Film, Esin Engin'in başarılı müzikleriyle de dikkat çekmektedir.


Ödülleri
 
8. Akdeniz Ülkeleri Film Festivali

  • "En İyi Kadın Oyuncu" - Türkan Şoray
24. Antalya Film Şenliği
  • "En İyi Görüntü Yönetmeni" - Çetin Tunca
  • "En İyi Kadın Oyuncu" - Türkan Şoray
  • "En İyi 3. Film" - Atıf Yılmaz

Hayallerim Aşkım ve Sen 1987 Online İzle