Pages

kürtler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kürtler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Şubat 2014 Pazar

0 Kürt sorununu anlatan ‘ilk’ çizgi roman


İtalyan yazar Marina Girardi’nin Kürt sorununu anlatan grafik romanı “Kurden People”, Fransızca dilinde de yayınlandı. Fransız yayıncı Chloé Marquaire, çizgi roman yazarının “çok özgür yaklaşımını bu kadar karmaşık bir sorunu anlatmak için bir güç olarak gördüklerini” söyledi.
Marina Girardi’nin dünyanın “devletsiz” en büyük ulusu olarak değerlendirilen Kürtleri ve mücadelelerini konu alan eseri, jeopolitik bir yaklaşımla yetinmeyerek, karmaşık bir sorunu kendi bütünlüğü içinde etkileyici bir şekilde sunuyor.
Kürt sorununa çizgi roman perspektifinden bakan nadir eserlerden biri olan Kurden People romanında, metin ve görsellik çok serbest bir şekilde birbirine karışıyor.
Grafik romanda Sonya’nın Kürtlerle ilk karşılaşması ardından Ortadoğu’ya yaptığı seyahatin izleri takip ediliyor. Sonia, okuru kendi yolculuğu ve sorgulamalarının içine sürüklerken, bir halkın tarihi ve gerçeğiyle yüzleşmesine götürüyor.
Genç İtalyan, Girit tatilinden döndüğünde Patras limanında zulümden kaçmış Kürt gençleriyle karşılaşır. Sonia, Venedik’te son bulan bu kaçışa tanıklık eder. Öğrencilik yıllarının bu büyüleyici şehri, Sonia için bu kaçak yolculuğun en trajik aşamalarından biri olur. Sona, Kürt mültecilerin hikayesini anlamak için Ortadoğu’ya, eski Mezopotamya’nın olduğu topraklara yolculuğa çıkar.  Genç İtalyan’ın Kürdistan dağlarına yolculuğu zamanda bir yolculuğa dönüşerek, bir halkın yüzyıllar içinde maruz kaldığı baskıları bugüne taşır.
Seyahat defteri biçiminde olan “Kurden people”, 2008 yılında Ravenne Uluslararası Komikazen Festivali realist çizgi roman ödülünü aldı. Bu roman, beş yıl sonra Nisan 2013’de ilk kez Fransız olarak da yayınlandı.  Roman, Sosyal Bilimler Yüksek Araştırmalar Okulu’nda (EHESS) araştırmalar müdürü, Türkiye uzmanı Hamit Bozarslan’ın önsözüyle çıktı.
Kitabı Fransızcaya kazandıran küçük bir yayınevi Agrume, siyasi, tarihi veya sosyoloji alanında bugünün dünyasındaki büyük sorunları orijinal bir şekilde anlatan kitapları yayınlıyor. ANF’ye konuşan yayıncı Chloé Marquaire, daha önce İtalya’da yayınlanmış olan Marina Girardi’nin kitabının kendilerini çok etkilediğini belirterek, “Kürt halkı ile ilgili çok karmaşık kimlik ve toprak sorunu bize önemli göründü” dedi. Marquaire, “Ve bu konuyu çizgi roman olarak ele almanın, diğer ifade biçimlerinin ulaşmadığı kişileri etkileyebileceğini düşündük” diye ekledi.
Marquaire, “Yazarının çok özgür yaklaşımını bu kadar karmaşık bir sorunu anlatmak için bir güç olarak gördük, zira kişisel ve Kürdistan topraklarına büyük bir yolculuk gerçekleştirerek daldığı bir konuda cisimleşerek bir bakış sunuyor” ifadelerini kullanıyor.

* İtalyancadan Maud Cantarini’nin çevirdiği kitap, 14 Euro’ya satılıyor ancak yayınevi, ANF ve Fransızca Kürt eksenli haber sitesi ActuKurde.fr okuyucuları için 9,80 euroluk bir fiyat öneriyor:  Yayınevi ile “contact@lagrume.org” adresinden iletişim kurulabilir.

0 Şêx Said'in hayatı ve mücadelesi filme çekiliyor

Amed'de 1925 yılında Dağkapı Meydanı'nda 46 arkadaşı ile birlikte idam edilen Şêx Said'in hayatı ve mücadelesi filme çekiliyor.  Belgesel tarzında iki yıldır çalışması süren film için Şêx Said dönemine tanıklık edenlerin yanısıra, ailesi ve mücadele arkadaşlarının hayatlarından da kesitler sunuluyor. 10-14 bölüm arasında düşünülen Şêx Said'in hayatı belgeseli aynı şekilde uzun metrajlı film olarak da Amed'de yapılacak gala da önümüzdeki aylarda izleyici ile buluşacak.
Cumhuriyet döneminde ilk büyük Kürt isyanı olarak tarihe geçen Şêx Said isyanı filme çekiliyor.
Yaklaşık 2 yıldır süren çalışmalarda Amed, Elazığ, Erzurum, Bingöl, Muş, Ağrı, Manisa, Adana, İzmir, Yalova gibi illerde Şêx Said dönemine tanıklık edenlerin ve çocukların anlatımlarına yer verilirken, 1925 isyanı öncesi, isyan ve isyan sonrasında yaşananlar da filme konu ediliyor.
İlk olarak 10-14 bölüm arasında yayınlanması planlanan belgeselde, Şêx Said'in çocukları, torunları, onu son görenler, idam edilmeden önce cezaevinde ziyarete gidenler ve mahkemesine katılanların da görüşlerine yer veriliyor.
Uzun bir çalışma sonucu hazırlanan belgeselde, şimdiye kadar gün ışığına çıkmamış bir çok tarihi olayın da hikayesine yer verilecek.
Dizi halinde yayınlanacak belgeselde, 1925 öncesi Kürdistan'da politik ve sosyal durum, isyanın başlaması sonrasında yaşananlar, katliamlar, çatışmalar, köylerin boşatılması ve Şêx Said ve arkadaşlarının yargılanması, idam edilmeleri ve idamlardan sonra bölgede yaşanan küçük çaplı ve şu ana kadar hiçbir yerde yayınlanmamış ayaklanma ve çatışmaların hikayelerine, tanıklıklarına yer verilecek.
Konu hakkında görüştüğümüz Şêx Said'in torunlarından Felat Özsoy, kendisinin de henüz belgeseli görmediğini ancak uzun bir emek harcanarak ve tarihe mal olacak tarzda bir çalışma olduğuna inandığını söyledi.
Dizi halinde çekilecek belgesel, aynı zamanda uzun metrajlı film olarak da izleyiciyle buluşacak. Şêx Said belgeselinin tamamlanması ardından, önümüzdeki aylarda da uzun metrajlı film olarak Amed'de galası yapılacak.

DEDEMİN MEZARI ORDU EVİ İÇİNDE

Dedesinin mezar yerinin tespiti konusunda şu ana kadar resmi yetkililere ailece yaptıkları başvurulardan bir sonuç alamadıklarını kaydeden torunu Felat Özsoy, ANF'nin 20 Ocak tarihinde yayınladığı fotoğrafları doğrulayarak, dedesi ve arkadaşlarının mezarının burada olduğunu ve mezar yerlerinin tespiti için hukuki çalışmalarını sürdürdüklerini söyledi.
Özsoy, 1930'lu yıllarda aile olarak mezarların ziyarete gidilerek Fatiha okunduğunu ve giden kişilerin anlattıklarına göre mezar yerindeki dut ağacı altında dinlendiklerinin kendilerine birçok kesimden anlatıldığını belirtti.
Özsoy, Şêx Said'in nüfusta şu anda belirlenen 82 varisinin olduğunu ve bunlardan Diyadin Fırat'ın veraset ilamı çıkardığını belirterek,  "Şêx Said'in soy olarak bir çok torunu bulunmaktadır. Kürt siyasetinde yıllardır emek veren bir çok kişi de torunudur ve misyon olarak da bağlılıklarını sürdürmektedir" dedi.

Özsoy, Şêx Said'in halen tek yaşayan oğlunun Şêx Ahmet efendi olduğunu ifade ederek, "Muhakkak ki dedemiz hakkında ilk söz söyleyecek kişi oğlu Şêx Ahmet efendidir. Bunun dışında kimseye 'Son varis' diye bir paye biçilmemiştir. Şêx Said'in oğlu, torunları, torunlarının çocukları halen hayatta. Hepsi de saygın kişilerdir ve kamuoyunda saygınlığı hak etmiş insanlardır. Şêx Said'in varisleri davasını sürdüren herkestir. Kürt halkının kendisidir" şeklinde konuştu.

19 Şubat 2014 Çarşamba

0 Abdullah Öcalan İmralı’daki Yaşamı

Sağlık sorunlarına yol açan fiziki nedenler dışında, İmralı’daki yaşamın katlanamayacağım bir yönü yoktur. Moral, bilinç ve irade gücü eskiye nazaran asla gerilememiş; tersine daha rafine hale gelmiş, estetikle beslenmiş ve güzel gelişme yönüyle zenginleşmiştir.
imrali-ocalan-oda_300İMRALI ADASI’NDA CEZAEVİ YAŞAMIMA DAİR
Şimdiye kadarki tüm yazılı savunmalarım ve sözlü diyaloglarımda kişisel yaşamıma pek değinmedim. Genel geçer sağlık sorunları ve idareyle geçinmeler dışında, sistemin özel olarak hazırladığı ve sadece bana uygulanan tecride karşı nasıl direndiğimi ve yalnızlığa nasıl dayandığımı anlatmadım. Sanırım en çok merak edilen konu, bu mutlak yalnızlığa ve durağanlığa karşı geliştirdiğim yaşam deneyimlerimdir. Daha çocukken, köyün güngörmüşlerinden olan ve bilge sayılan biri, hal ve hareketlerimi gözlemlerken, halen hatırımda olan şöyle bir cümle sarf etmişti: “Lo li ciyê xwe rûne, ma di te da cîwa heye?”Türkçesiyle, “Yerinde otur, sende cıva mı var?” demişti. Bilindiği gibi, cıva çok akışkan bir elementtir. Ben de öyle hareketli birisiydim. Mitolojik tanrılar düşünselerdi, herhalde İmralı kayalarına bağlamak kadar ağır bir cezayı akıl edemezlerdi. Buna rağmen tek kişilik hücredeki on iki yılımı doldurmuş bulunuyorum. İmralı, tarihte devletin üst yetkililerine uygulanan cezaların infaz edildiği bir ada olmakla ünlüdür. İklimi hem çok nemli hem de serttir. Fiziki olarak insanın bünyesini çökertmeye yatkındır. Kapalı oda tecridi eklenince, bünye üzerindeki yıpratıcı etkisi daha da artar. Ayrıca yaşlanma sürecinin başlangıcında adaya alındım. Uzun süre Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın denetiminde tutuldum. Son iki yıldır sanırım Adalet Bakanlığı’nın denetimi devreye girdi. Birer kitap, gazete, dergi ve tek kanallı bir radyo dışında iletişim imkânım yoktu. Tabii birkaç ayda bir yarım saatlik kardeş ziyaretleri ve ‘hava muhalefeti’ gerekçesiyle sıkça kesilse de, haftalık avukat görüşmeleri iletişim evrenimi teşkil ediyordu. Şüphesiz bu iletişim etkenlerini küçümsemiyorum ama ayakta durmak için yeterli ilişki değildirler. Ayakta durmayı, çürümemeyi zihnim ve iradem belirleyecekti.

Daha dışarıdayken kendimi hem yalnızlaştırmış hem de yalnızlığa karşı hazırlamıştım. Çok önemli bir bağımlılık ilişkisi olan aile, yakın akraba, hatta yakın arkadaş ve yoldaş ilişkisini soyutlaştıracak deneyimlerim olmuştu. Kadın ilişkisi önemli olmakla birlikte, o da soyutlaştırdığım bir ilişki alanıydı. Nazım Hikmet’in tamamen tersiydim. Çocuk edinmemeye ahdım vardı. Daha lisedeyken edebiyat hocasından on numara alan kompozisyon yazımın başlığı şöyleydi: “Sen benim için hiç doğmayacak çocuksun!” Sanırım bu yazıyla zorlu geçen çocukluk yaşamlarını konu edinmek istemiştim. Fakat tüm bu deneyimler İmralı’daki dayanma gücümü izah etmeye yetmez.

Şunu da belirtmeden geçmemeliyim. İmralı sürecinde bana dayatılan komplo, umudun zerresini bırakmayan cinstendi. İdam cezasının infazı ve psikolojik savaşın uzun süre gündemde tutulması bu amaçlaydı. İlk günlerde nasıl dayanabileceğimi ben bile tahayyül edemiyordum. Yıllar bir yana, bir yılı bile nasıl geçirebileceğimi düşünemiyordum. Kendi kendime yerindiğim şöyle bir düşüncem oluşmuştu: “Milyonlarca kişiyi daracık bir odada nasıl tutabilirsiniz!” Gerçekten Kürt Ulusal Önderliği olarak, zindana giriş koşullarında kendimi milyonların sentezi haline getirmiş veya getirilmiştim. Halk da böyle algılıyordu. İnsan ailesinden ve çocuklarından yoksun kalmaya hiç dayanamazken, ben ölümüne birleşmiş milyonların iradesinden bir daha hiç kavuşmamacasına ayrılmaya nasıl uzun süre dayanabilecektim! Halktan insanların birkaç satırlık mektupları bile verilmiyordu. Şimdiye kadar zindandaki yoldaşların büyük kısmı verilmeyen ve sıkı denetimden geçmiş az sayıdaki mektupları dışında ve birkaç istisna haricinde, dışarıdan hiç mektup almadım. Mektup gönderemedim. Bütün bu hususlar tecridin yol açtığı durumu kısmen anlaşılır kılabilir. Fakat benim konumumun özgün yönleri vardı. Kürtlere ilişkin birçok ilk’e çıkış yaptıran kişi konumundaydım. Yarım kalan bu çıkışların hepsi özgür yaşamın olmazsa olmazlarıydı. Halkımızdan herkese, her toplumsal alana ilişkin ilk çıkışı yaptırmış ama hiçbirini güvenilir eller ve koşullara terk edememiştim. Bir aşığı düşünün: İlk aşkı için çıkış yapmış ama tam tutuşacakken elleri hep havada kalmış. Benim toplumsal alanlardan özgürlük çıkışlarım da hep böyle havada kalmıştı. Kendimi toplumsal özgürlük alanlarında adeta eritmiştim. ‘Ben’ diye bir şeyi de pek geride bırakmamıştım. Toplumsal açıdan zindan süreci böylesi bir anda başlamıştı.
Aslında dış koşullar, devlet, idare ve cezaevinin kendisi saraylara özgü bir donanımda olsa dahi, bana özgü tecride nasıl dayanıldığını açıklamaya yetmez. Temel etkenler koşullarda ve devletin yaklaşımlarında aranmamalıdır. Belirleyici olan, benim kendimi tecrit koşullarına ikna etmemdir. Öyle büyük gerekçelerim olmalıydı ki tecride dayanabileyim, tecritte de olsa büyük bir yaşamın sergilenebileceğini kanıtlayayım. Bu temelde düşününce, öncelikle iki kavramsal gelişmeden bahsetmeliyim.
Birincisi, Kürtlerin toplumsal statüsüne ilişkindi. Şöyle düşünüyordum: Benim özgür yaşamı arzulamam için toplumun, bağlı olduğum toplumun özgür olması gerekirdi. Daha doğrusu, bireysel özgürleşme toplumsuz gerçekleşemezdi. Sosyolojik açıdan birey özgürlüğü tamı tamına toplumun özgürlük düzeyiyle bağlantılıydı. Bu varsayımı Kürt toplumuna uygulayınca, algılamam oydu ki, Kürtlerin yaşamı, etrafına duvar örülmemiş zifiri karanlık bir zindandan farksızdı. Bu algıyı edebi bir anlatım olarak sunmuyorum, tamamen yaşanan gerçeğin hakikati olarak ifade ediyorum. İkincisi, kavramı tam anlayabilmek için ahlâki bir ilkeye bağlılık ihtiyacı vardır. Kendini mutlaka bir topluma bağlı olarak yaşanabileceği konusunda bilinçli kılacaksın. Modernitenin yarattığı en önemli bir algı da, toplumsal bağlılığı olmadan da kendini yaşatabileceği konusunda bireyi ikna etmesidir. Bu ikna sahte bir anlatıdır. Öyle bir yaşam yoktur aslında, ama imal edilmiş sanal bir gerçeklik olarak kabul ettirilir. Bu ilkeden yoksunluk, ahlâkın çözülmüş olduğunu da ifade eder. Burada hakikatle ahlâk iç içedir. Liberal bireycilik ancak ahlâki toplumun çözülüşü ve hakikat algısıyla ilişkisinin kesilmesiyle mümkündür. Çağımızda hâkim yaşam biçimi olarak sunulması doğruluğunu kanıtlamaz. Tıpkı sözcüsü olduğu kapitalist sistemin ahlâki toplumun çözülmesi ve hakikat algısını yitirmesiyle mümkün olması gibi. Kürt olgusu ve sorunu üzerinde yoğunlaşmamın bir sonucu olarak söz konusu yargıya ulaştım.

Yaşamımda ikili bir yanı iyi kavramak gerekir. O da Kürtlükten kaçış veya tersine Kürtlüğe yöneliştir. Uygulanan kültürel soykırım gereği, kaçış için koşullar her yerde her an hazır ve nazırdır. Kaçışı daimi teşvik edicidir. Ahlâki ilke tam burada devreye girer. Kendi bireysel kurtuluşu pahasına kendi toplumundan kaçış ne derecede doğru veya iyidir? Üniversite son sınıfa kadar gelebilmek, aslında o dönemde bireysel kurtuluşumun da garantilendiği anlamına geliyordu. Tam da bu dönemde Kürtlüğe yönelişin başlaması veya kesinleşmesi, ahlâki ilkeye dönüşü ifade ediyordu. Sosyalist anlamda bu toplum Kürt olmayıp başka bir toplum da olabilirdi. Yine de bir toplumsal olguya mutlaka bağlanmalısın ki, ahlâklı bir birey olabilesin. Benim ahlâksız bir birey olamayacağım açığa çıkıyordu. Burada ahlâk kavramını etik anlamda, yani ahlâk teorisi anlamında kullanıyorum. Yoksa ilkel ahlâkçılıktan, örneğin ömrü boyunca herhangi bir aile veya benzer topluluğa bağlı yaşamaktan bahsetmiyorum. Çünkü Kürt olgusuna ve onun sorunsal haline bağlanış ancak etik olarak ahlâkla mümkündü. Kürtlerin mutlak köle hali -Ki, halen öyledir- benim “Özgür yaşam mümkünmüş” gibi hayal kurmamı kesin olarak engelledi. Şuna ikna oldum: Benim içinde özgür yaşayacağım bir dünyam yoktur. Burada iç ve dış cezaevi arasında epey mukayesede bulundum. Sonuçta dışarıdaki tutsaklığın birey için daha tehlikeli olduğunu fark ettim. Bir Kürt bireyinin kendini dışarıda özgür sanarak yaşaması büyük bir yanılgıdır. Yanılgı ve yalanın egemenliği altında geçecek bir yaşam, kaybedilmiş ve ihanete uğramış bir yaşamdır. Bundan çıkardığım sonuç, dışarıda ancak bir şartla yaşanabileceği, onun da günün yirmi dört saatinde Kürtlerin (kapitalizm koşullarında Türk emekçilerinin) varlık ve özgürlüğü için savaşım içinde olmakla mümkün olabileceğidir. Ahlâklı ve onurlu bir Kürt için yaşam, kesinlikle günün yirmi dört saatinde varlık ve özgürlük savaşçısı olmakla mümkündür.

Dışarıdaki yaşamımı bu ilkeye vurduğumda, ahlâklı yaşadığımı kabul ediyordum. Bunun karşılığının ölüm veya cezaevi olması savaşın doğası gereğidir. Savaşsız bir yaşam koca bir sahtekârlık ve onursuzluktan ibaret olduğuna göre, ölüm veya cezaevine katlanmak da işin, eylemin doğasında vardır. Cezaevi koşullarına dayanmamak yaşam gerekçeme aykırıdır. Mücadeleden, varlık ve özgürlük savaşının her biçiminden nasıl kaçınılamazsa, cezaevinden de kaçınılamaz. Çünkü o da uğruna savaşılan özgür yaşamın bir gereğidir. Kürtler söz konusu olduğunda ve sosyalist olduğuna da inandığında, kapitalizmin, liberalizmin veya çarpık bir dinsel fanatizmin buyruğunda değilsen, ahlâki ve etik bir yaşam için savaş dışında, senin dışarıda yapacak hiçbir şeyin ve yaşanacak bir dünyan yoktur. Bu kavram ışığında cezaevindeki arkadaşların yaşamına baktığımda ciddi yanılgılar içinde olduklarını gördüm. Onlar dışarıda yaşanacak özgür bir yaşama inandırılmışlar veya kendilerini inandırmışlardı. Zaten sosyolojik olarak çözümlendiğinde anlaşılacaktır ki, cezaevlerinin rolü bireyde yoğun bir sahte özgürlük özlemi yaratmaktır. Modernite koşullarında cezaevleri özenle bunun için inşa edilmiştir. İnsanlar cezaevlerinden dışarıya çıktıklarında ya yalan ve sahtekârlıkla yaşamayı kabul etmişlerdir. Bu durumda onlardan herhangi bir devrimcilik, ahlâki ve onurlu bir yaşam beklemek beyhude, boş bir beklentidir. Ya da cezaevi pratiğinin verdiği olgunlukla toplumsal mücadelelerini daha da başarıyla yerine getireceklerdir.

Cezaevleri ıslah olma evleri olmayıp, topluma karşı ahlâki ve iradi görevlerin yetkince yerine getirilmesinin de öğrenildiği mekânlardır. Aynı hususlar dağlara çıkmış özgürlük savaşçıları için de geçerlidir. Özgürlük gerillası olmak, toplumsallığa ilişkin ahlâki ve politik görevlerini en üst düzeyde yerine getirmek demektir; bu bilinç ve ahlâki görev içinde olmak demektir; özgürleşmenin öz savunmaya ilişkin gereklerini yerine getirmek demektir. Özgürlük gerillası olmak, bireysel etkinlik kurmak veya iktidar olmak için değildir. Bu artık özgürlük savaşçılığı değil, iktidar savaşçılığıdır. Böyle olanların dağa çıkışı da, inişi de ahlâki ve toplumsal değildir. Zaten böyleleri umduklarını bulamayınca kolayca ihanet ederler. Toplumsal görevlerinin gereğini hiçbir alanda yerine getiremezler. Demek istediğim şudur: Toplumsal varlıkları mutlak kölelik içinde olanlar, hatta dağılmayı yaşayanlar için her yer benzer özellikler taşır. İçerisi kötü dışarısı iyi, silahlısı kötü silahsızı iyi gibi yersiz ayrımlar varlık ve özgürlük mücadelesinin asli çabasını değiştirmez. İnsan yaşamı ancak özgür olduğunda anlam taşıdığına göre, özgürlüksüz nerede yaşanırsa yaşansın, orası her zaman karanlık bir zindandır.
İkinci kavram, birincisiyle bağlantı içinde hakikat algısının gelişmesidir. Zindanda tahammül gücünün tek ilacı hakikat algısını geliştirmektir. Yaşamın geneline ilişkin olarak hakikat algısını güçlü yaşamak, yaşamın en keyifli anına, daha doğrusu yaşamın anlamına erişmektir. İnsanlar niçin yaşadıklarını doğru kavramışsa, herhangi bir yerde yaşamak onlar için sorun olmaz. Yaşam sürekli hata ve yalanlar içinde geçerse anlamını yitirir. Böylece yaşamın yozlaşması denen olgu ortaya çıkar. Keyifsizlik, rahatsızlık, kavga, küfür yoz yaşamın doğal sonucudur. İnsan yaşamı hakikat algısı gelişkin olanlar için tam bir mucizedir. Yaşamın kendisi büyük heyecan ve coşku kaynağıdır. Yaşamda evrenin anlamı gizlidir. Bu gizi fark ettikçe, zindanda da olsa, yaşama katlanmak diye bir sorun olmaz. Zaten zindan özgürlük içinse, orada büyüyecek olan hakikat algısıdır. Hakikat algısıyla büyüyen yaşam, en zor acıları bile mutluluğa dönüştürebilir.

Benim için İmralı Cezaevi, Kürt olgusunu ve sorununu algılamak ve çözüm olanaklarını kurgulamak açısından tam bir hakikat savaşı alanına dönüştü. Dışarıda daha çok söylem ve eylem geçerliyken, cezaevinde anlam geçerliydi. Bu savunmada daha kapsamlı ve somut olarak dile getirdiğim siyaset felsefesine ilişkin düşünceleri dışarıda geliştirmem çok zor olurdu. Siyaset kavramının kendisini kavramak bile büyük çaba ister; hakikatin güçlü algılanmasını gerektirir. Pozitivist bir dogmatik olduğumun derinliğine farkına varmam tecritle oldukça ilişkilidir demem mümkündür. Farklı modernite kavramlarını, ulus inşalarının çok çeşitli modellerinin olabileceğini, genelde toplumsal yapılanmaların insan eliyle yaratılmış kurgusal yapılar olduğunu ve esnek bir doğaları bulunduğunu tecrit koşullarında daha çok idrak ettim. Özellikle ulus-devletçiliği aşmak benim için çok önemliydi. Bu kavram benim için uzun süre Marksist-Leninist-Stalinist bir ilkeydi; asla değiştirilmemesi gereken bir dogma niteliğindeydi. Toplumsal doğa, uygarlık ve modernite üzerinde yoğunlaştığımda, bu ilkenin sosyalizmle ilgili olamayacağını, sınıflı uygarlığın bir tortusu ve kapitalizm eliyle meşrulaştırılmış azami toplumsal iktidarcılık olduğunu kavramam önemliydi. Dolayısıyla reddetmekte tereddüt etmedim. Eğer söylendiği gibi gerçekten bilimsel sosyalizm olacaksa, bu konuda değişmesi gerekenler reel sosyalizmin ustaları, yani Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao ve Castro gibi insanların kendileriydi. Bunların kapitalist bir kavramı sahiplenmeleri büyük bir hataydı ve sosyalizm davasına büyük zarar vermişti.

Kapitalist liberalizmin çok güçlü bir ideolojik hegemonya olduğunu derinliğine kavradıkça, modernite çözümlemelerini de güçlü yapmaya başladım. Demokratik modernitenin sadece mümkün değil, kapitalist moderniteden hem daha gerçek hem de daha çağdaş ve yaşanılır olduğunu kavradım. Reel sosyalizm ulus-devlet kavramını aşamadığı ve temel modernite gerçeği olarak kavradığı için, başka tür bir ulusçuluğun, örneğin demokratik ulusçuluğun olabileceğini hiç düşünememiştik. Ulus dediğin illa devleti olması gereken bir şeydi! Kürtler bir ulus ise, mutlaka bir devletlerinin de olması gerekirdi! Halbuki toplumsal olgular üzerinde yoğunlaştıkça, ulusun kendisinin son birkaç yüzyılın en los gerçeği olduğunu, kapitalizmin güçlü etkisi altında şekillendiğini ve özellikle ulus-devlet modelinin toplumlar için demirden kafes olduğunu kavradıkça, hem özgürlük hem de toplumsallık kavramının daha değerli olduğunu fark etmiştim. Ulus-devletçilik uğruna savaşmanın kapitalizm için savaşmak olduğunu fark ettikçe, siyaset felsefemde büyük dönüşümler söz konusu oldu. Dar ulusçuluk ve sınıfçılık (İkisi de özünde aynı kapıya götürür) mücadelesi, sonunda kapitalizmi güçlendirmekten öteye sonuç vermiyordu. Kendimin bir bakıma kapitalist modernitenin kurbanı olduğunu fark ettim. Modernitenin dayattığı sosyal bilgilerin bilim değil, çağdaş mitolojiler olduğunu fark ettikçe, tarih ve toplum bilincim daha da derinlik kazandı. Hakikat kavrayışımda tam bir devrim yaşandı. Kapitalist dogmaları yırttıkça, toplumu ve tarihi daha büyük bir zevkle ve hakikat yüklü olarak tanımaya başladım. Bu dönemde kendime koyduğum ad ‘Hakikat Avcısı’ydı. Kapitalist modernitenin Kürtlere dayattığı ‘tavşan kaç, tazı tut’ tekerlemesini, anlam itibariyle “Kapitalist moderniteyi avla” tekerlemesine dönüştürmüştüm. Hakikat algısı bir bütün olarak geliştiğinde, hangi toplumsal, hatta fiziki ve biyolojik alanlara ilişkin düşünürsek düşünelim, eskisiyle kıyaslanmayacak bir anlam üstünlüğü sağlıyordu. Cezaevi koşullarında istediğim kadar günlük hakikat devrimlerini yapabilirdim. Bunun verdiği direnme gücünü başka hiçbir şeyin veremeyeceğini belirtmem gereksiz kalacaktır.

Hakikat kavrayışının güçlenmesi, pratik çözümlerin geliştirilmesi üzerinde de etkisini gösterdi. Türk devletçilik zihniyetine hep kutsallık ve tekillik atfedilir. Yönetim deyince hep devlet olmak akla gelir. Bu zihniyet Sümer orijinli olup, tanrısallıkla sıkıca kaynaşmış olarak, Arap ve İran iktidar kültürlerine de sürekli devredilmiştir. Tek tanrı kavramının kökeninde de iktidar olgusunun güçlü bir yeri vardır. Türklerde iktidar elitleri oluştukça, bu kavramın belki de dördüncü, beşinci versiyonlarını geliştirmişlerdi. Etimolojik anlamını bilmeden, hep sonuçlarından etkilenmişlerdi. Selçuklu ve Osmanlı uygulamalarında tam bir kara anlama, daha doğrusu anlamsızlığa bürünmüştü. İktidar için bazen bir çırpıda onlarca kardeş, akraba idam edilir olmuştu. Cumhuriyet’le bu anlayışa bir kılıf daha geçirildi; daha doğrusu, Avrupa’nın geliştirdiği ulusal egemenlik ve ulus-devlet anlayışları olduğu gibi iktidara monte edildi. Böylelikle Türk ulus-devleti daha da tehlikeli bir Leviathan haline getirilmişti. Ona dokunan idam ediliyordu. Ulus-devlet mutlak kutsalların başında geliyordu. Bürokratik sınıf için bu özellikle böyleydi. İktidar ve devlet sorunu tarihinin en karmaşık toplumsal sorunu haline gelmişti.

İmralı’da en çok yoğunlaştığım kavramlardan olan iktidar ve devlet kavramlarının Türk ve Kürt ilişkilerinde nasıl bir rol oynadığını kavradıkça, daha somut pratik çözümlere yönelme gereğini kuvvetle hissettim. Genelde olduğu kadar Türk-Kürt ilişkilerinde de iktidar ve devlet düzenlemelerinin yaklaşık bin yıllık gelişimini Hititlere kadar götürme gereğini duydum. Mezopotamya ve Anadolu iktidar ve devlet kültürleri arasında sıkı bir jeopolitik ve jeostratejik ilişki olduğunu iyice kavradıkça, bunu Türk ve Kürt ilişkilerine uyarladığımda, iktidar ve devlet ayrıştırmalarının akıllı bir yöntem olmadığını rahatlıkla görebiliyordum. Demokrasi kavramının aleyhine gelişen kavramlar olduklarından, iktidar ve devlet kavramlarını benimsemiyordum. Tüm yönetimi iktidar ve devlet güçlerine terk etmenin toplum için büyük bir kayıp olduğunu gördükçe, demokrasinin önemi daha iyi anlaşılıyordu. Fakat iktidar ve devletin anarşistçe inkârının pratikte oldukça çözümsüzlüğe yol açtığını fark ettiğimden, tercih ettiğim bir çözüm yöntemi olmasa da, iktidar ve devlet paylaşımını inkâr etmenin tarihsel gerçeklere uygun olmadığını derinliğine fark ettim. Demokratik yönetim esas tercihimizdi. Ama tarih boyunca tekleşmiş iktidar ve devlet kültürlerini inkâr ettikçe, paylaşılması toplumsal açıdan hak olan yönlerini kavramadıkça, bunun sonucu olarak sağlıklı pratik çözümlere varamayacağımı gördükçe, ortak iktidar ve devlet kavramlarının önemini çok daha iyi kavradım.
Tarih boyunca Anadolu ve Mezopotamya’daki iktidar ve devlet politikaları ve stratejilerinde yoğunca ilişkiler yaşanmış, sıkça ortaklaşan modeller denenmişti. Türk-Kürt ilişkilerinde de tüm kritik dönemlerde benzer modeller tercih edilmişti. Bu model en son Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda denenmişti. Savunmada bu kısımları yoğunca işledim. Teorik bir model halinde sunmanın yanı sıra, pratik çözüm projesine dönüştürmenin sadece Türk-Kürt ilişkileri değil, Ortadoğu’nun büyük çıkmaz yaşayan benzer sorunlarının çözümü için de muazzam değeri vardı. Özellikle kapitalist modernitenin dayattığı pozitivist dogmatizme karşı hem tarihî gerçeklerle oldukça uyumlu, hem de pratik çözüm için herkesin ideallerine en yakın unsurları içeriyordu. Tarihsel gelişmelerin ışığında iktidar ve devlete ilişkin olarak demokratik modernite, demokratik ulus ve demokratik özerklik kavramları üzerinde yoğunlaşmamın önemli etkisi vardı. Diğer bir tarihsel gerçeklik, merkezî iktidar kavramının istisnai, yerel iktidar kavramlarının ise kural olduğuna ilişkin tespitti. Günümüzde merkezî ulus-devlet kavramının bu bağlamda tek ve mutlak model olarak sunulmasının kapitalizmle bağını doğru kavradıkça ve içyüzünü daha anlaşılır kıldıkça, yerel çözümlerin demokrasi için taşıdığı önem daha iyi kavranıyordu.

Şiddet ve iktidar arasındaki ilişki için de benzer sonuçlara varmıştım. Şiddetle iktidar ve ulus olmanın tercihimiz olamayacağı açıktı. Zorunlu öz savunma gerekleri söz konusu olmadıkça, şiddetle toplumsal avantajlar elde etmenin sosyalizmle de alakası yoktu. Öz savunma dışında tüm şiddet biçimleri ancak iktidar ve sömürü tekelleri için geçerli olabilirdi. Bu yöndeki kavramsal gelişim, barış sorununa daha ilkeli ve anlam yüklü olarak yaklaşmaya büyük önem atfediyordu. Dolayısıyla Kürtlere, hatta baskı ve sömürü altındaki tüm kesimlere baskı uygulayan iktidar ve devlet elitlerinin ‘ayrılıkçı’ ve ‘terörist’ yaftalamalarını boşa çıkaracak epey kavramsal ve kuramsal birikime ulaşmıştım. Bu kavramsal ve kuramsal birikim temelinde devlet yetkilileriyle geliştirdiğimiz diyaloglar daha verimli oluyor ve pratik çözüm yolları için yaratıcılık sağlıyordu. Savunmanın değişik bölümlerinde izlenebileceği gibi, benzer birçok alanda toplumsal özgürlük ve hakikat algısındaki gelişmelerin katkısıyla teorik ve pratik çözümleri geliştirmek mümkün oluyordu.
Sağlık sorunlarına yol açan fiziki nedenler dışında, İmralı’daki yaşamın katlanamayacağım bir yönü yoktur. Moral, bilinç ve irade gücü eskiye nazaran asla gerilememiş; tersine daha rafine hale gelmiş, estetikle beslenmiş ve güzel gelişme yönüyle zenginleşmiştir. Toplumsal hakikatlerin bilim, felsefe ve estetikle açıklanmasını geliştirdikçe, daha doğru, iyi ve güzel yaşamanın olanakları da artıyor. Kapitalist modernitenin yoldan, hakikat yolundan çıkardığı insanlarla yaşamaktansa, hücremde tek başıma son nefesime kadar yaşamayı tercih ederim.
İmralı’daki yaşamımla bağlantılı olarak halkımızca merak edilen bir soru, olası bir cezaevinden çıkış halinde nerede ve nasıl yaşayacağımla ilgilidir. Pek hayalcilik yapacak bir kişilik değilim. Devrimci gerçekçilik denilen bir yaşam tarzının sahibi olduğum çok iyi bilinmelidir. Olası bir çıkıştan sonraki yaşamıma değil, daha çocukluktan itibaren geçen yaşam çizgime bakılırsa, bu tür soruların cevabı daha iyi verilebilir. Benim daha on yaş altı sınırlarda aile otoritesine karşı yürüttüğüm ‘ilk isyanlar’ bu konuda önemli ipuçları taşır. Daha o zamandan beri yalnız bir isyancıydım. Köy ve şehir toplumuna yönelik itirazlarımı savunmada yer yer ortaya koymaya çalıştım. İlgilenenler gereken sorular ve cevaplarını birlikte bulabilirler. Çok kısaca özetlemeliyim ki, benim için yaşam özgür yaşandıkça mümkündür. Özgür yaşamın ne olduğunu beş ciltlik bu son savunmamın temeli olarak açıklamaya çalıştım. Etik, adil ve politik olmayan yaşam, toplumsallık açısından yaşanmaması gereken bir yaşamdır. Genelde uygarlık ve özelde kapitalist modernite, oluşturduğu ideolojik baskı ve sömürü tekelleriyle, köleliğin her biçimine bulanmış, bol yalanlı, demagojik ve bireyci yaşamlarla yanlış yaşamayı mümkün kılar ve kabul ettirir. Toplumsal sorun denen gelişmeler de böyle ortaya çıkar. Adını ister sosyalist, ister özgürlükçü, ister demokrat veya komünist koyalım, kendine devrimci diyen her kişi aşırı sınıf, kent ve iktidarın baskı ve sömürüsüne dayalı uygarlığa ve modern dönemlerin egemen yaşam tarzlarına itiraz etmek ve karşı çıkmak durumundadır. Başka türlü adil, özgür, demokratik ve toplumsal yaşam tarzı gerçekleşmez; dolayısıyla yaşanmaz. Bol yalanlı, yanlış, kötü ve çirkin yaşamlar yaşanır. Buna doğru temelli olmayan yanlış yaşam tarzı denilir. Benim yaşamım boyunca sorun yaptığım veya zaten sorunlu olan bu yaşam tarzının reddine ilişkin büyük çabam iyi anlaşılmak durumundadır. Aksi halde ne benim kişilik ne de Önderlik olarak kavranmam mümkündür. Kavramadan kişiliğime veya Önderliğime katılmak ve ondan yararlanmak isteyenler büyük hayal kırıklığına uğrayabilir. Doğru kavramak ve katılım göstermek kişisel değil toplumsal bir sorundur.
Bu konuda çok merak edilen bir soru da kadınla yaşam tarzına ilişkindir. Kadınla nasıl yaşanılır sorusuna da bütün ciltlerde yer yer değindim. Özellikle modernite koşullarında kadınla yaşamak büyük önem taşır. Öyle kız istemek, aramak ve kandırmakla, ‘genel’ veya ‘özel’ evlerde, çocuklu veya çocuksuz birlikte yaşamakla çözümlenecek bir sorun değildir. Toplumsal sorunların kalbinde ve beyninde başköşeyi işgal eden bu sorunu çözmek için bilimsel, felsefi, etik ve estetik yaklaşım temel alınmak durumundadır. Çağımızda, kapitalist modernite koşullarında kadınla özgür eş yaşam büyük sorumluluk gerektiren ve bilimsel, felsefi, etik ve estetik yaklaşım gücü isteyen bir yaşamdır. Kadının uygarlık tarihinde ve modern çağda içine konulduğu statüyü bilmeden, etik ve estetik yaklaşım gücü göstermeden, birlikte hangi türü denenirse denensin, içine girilecek her yaşam yanlışlık, ahlâksızlık ve çirkinlikle sonuçlanmak durumundadır.
Yaşamı heba etmemek için, öncelikle kadınla yaşamın doğru, ahlâklı ve estetik (güzelce olanı) biçimlerini gerçekleştirmek şarttır. Tüm kölelik biçimlerinin kişiliğinde denendiği ve özümsetildiği kadın kimliğini çözümlemek, özgürlük ve eşitlik davasının yoldaşı ve yaşamdaşı yapmak, doğru, ahlâklı ve güzel erkek olmanın da temel koşuludur. Savunmadaki satırlar doğru okunursa, bu yönlü yaşam tarzına neden önem verdiğim ve ilkesel kıldığım daha iyi anlaşılacaktır. Modernitenin iktidar eksenli uygarlık ahlâkının dayattığı cinsiyetçi kadını ‘becerme’ (biyolojik cinselliğin bile yozlaştırıldığı ilişki biçimi) ilkelliği içindeki yaşam tarzı, büyük ahlâksızlık ve çirkinlik üretir. Buna karşı yürüttüğüm büyük savaşım ve sonuçları doğru kavranırsa, yaşam kadınla daha ahlâklı ve güzel yaşanır. Bunun için sorumluluktan pay alan her erkek ve kadının, özellikle kadının güçlenmesi, özgürleşmesi ve tüm toplumsal alanlarda denk bir seviye kazanması için bilimsel, felsefi, etik ve estetik yaklaşım ve pratikleri sürekli geliştirmesi ve örgütlemesi, demokratik ulusun zihniyet ve kurumlarında yaşamsallaştırması gerekir.
İster içeride ister dışarıda, ister ana karnında ister fezanın herhangi bir anında ve mekânında olsun, insan yaşamı ancak toplumsal olarak özgür, eşit (farklılık içinde) ve demokratik yaşanabilir. Bunun dışındaki yaşam biçimleri sapaktır, dolayısıyla hastalıklıdır. Doğruya getirilmesi ve sağlıklı kılınması için devrim dahil çeşitli toplumsal söylem ve eylemlerle mücadele edilir. Bunun için de etik, estetik, felsefi ve bilimsel zihniyet ve irade oluşturulur.

O halde olası bir çıkışta her nerede olursam olayım, hangi anda yaşarsam yaşayayım, mensubu olmaya çalıştığım toplumsallık için, bunun en trajik bir gerçeğini yaşayan Kürtler için, onların çözüm ve kurtuluş yolu olan demokratik uluslaşmaları için, parçası oldukları komşu halklar başta olmak üzere tüm Ortadoğu halklarının çözüm ve kurtuluş yolu olan Demokratik Uluslar Birliği için, onların da bir parçası oldukları dünya halklarının çözüm ve kurtuluş yolu olan Demokratik Uluslar Birliği için sonuna kadar gerekli olan her söylem ve eylem tarzıyla sürekli mücadele içinde olacağım doğaldır. Bunun gerekli kıldığı etik, estetik, felsefi ve bilimsel güçle büyük pay kazanan hakikat kişiliğimle yürüyeceğim, yaşamı kazanacağım ve herkesle paylaşacağım.

21 Aralık 2010
Abdullah ÖCALAN
İmralı Kapalı F Tipi Tek Kişilik Oda Hükümlüsü

*Soykırım Kıskacında Kürtler adlı kitabından alınmıştır.

14 Ağustos 2011 Pazar

0 Kürt Müziği

Kürt Müziği

Christian Poche
Kürt müziği de Pers müziği ile aynı köklere sahiptir, ancak en büyük özelliği, Hint müziğinde olduğu gibi Oktav’ın araştırılmasıdır.(exploration of the oktave.) Bunun temel yapısı ise, unsurlarının doğaçlama yolu ile her zaman ritmik bir ezgi ile sonuçlanacak şekilde süslenmiş ve düzenlenmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Müziksel yapı olarak ise doğaçlama başlangıçta ölçülü sonuç kısmıyla dengelenmiştir. Kürt müziği ne salt eğitimli müzik, ne de salt halk müziğidir, her ikisi birdendir. Pers müziği gibi, Kürt müziği de coşkulu, duygulu bir müziktir ve kederli (melankolik) bir havası vardır. Birbirlerine çok yakın olmalarına rağmen bu iki şarkı tarzı çok farklıdır ve dinlendiğinde pek karıştırılmaz. Pers müziği daha rafine iken Kürt müziği daha içgüdüsel ve doğaldir.

Ilk bakışta müzisyenlerin sanatlarını icra etme şekli batılı bir insana ters gelebilir, çünkü ses (sound) olgusunu tanımlamak için kaçınılmaz olan bir terminoloji yoktur. Müzik yapma sanatına ilişkin kesin terimler bulunmamaktadır; kurallar, şekiller, müzik gamları, tüm bunlar Kürt dilinde somut olguları ile ilşkilidir. Temel anlatımlar günlük yaşamdan alınmış ve genelleştirilmiş terimler ile ifade edilmektedir.

Kürtçe’de "müzik" sözcüğü "Saz" terimi ile ifade edilmektedir. "Saz", Fars kökenli bir sözcüktür. Hem müziği ve müzik aletini hem de belirli bir müzik aleti anlamını taşımaktadır. Aynı şekilde kullanılan diğer bir terim de tambur’dur. Bu terim de, hem genel olarak müziği hem de belirli yaylı sazlari tanımlamatadır. Tamburun kökeni, uzun süreden beri, farklı düşüncelere konu olmuştur; uzun boyunlu "Lavta"nın kökeni 9. yy. Polonya'sında , Arap yazarların, sanskredçede araştırılıp ortaya koymalarına dayanılarak inanıldığı gibi Hindistan'a mı dayanmaktadır ve "ses"i veren enstrüman anlamına mı gelmektedir; yoksa bazı uzman kişilerin ileri sürdüğü gibi Sümerler'den mi gelmektedir? Yoksa, Sarmatyalı, yani Kafkasya medeniyetinin bir mirası mıdır?

Kürt müzisyenleri müzikten söz ederken, hiç bir zaman alışkın olduğumuz tarzda şekilsel ya da ifadesel bağlantılara değinmezler. Doğaçlama fikrini açıklarken, Kürt müzisyeni, bir enstrümanı "çalışmak" (working) anlamında "çalışma" terimini kullanır. Büyük bir yetenekle donatılmış bir müzisyen, ne yapması gerektiğini bilen birisi olarak nitelendirilmektedir; bunu yerine getirirken ortaya çıkan güçlükler ise aşılması gereken bir dağ olarak yorumlanmaktadır. Müzik şekillerinin oluşturulması, Rymond Ruyder’in 'Lagenese des Jormes vivandes' adli kitabında öne sürülen tezlerin biri gibi yaranın iyileştirilmesi olarak sunulabilir. Belki bir makam şeklini belirtmek için –ki buna Kürtler maqamê demektedir, çoğu zaman kadın ismi, din isimleri ya da aşiret isimleri kullanılmaktadır. Örneğin bir Kürt dansi olan 'Dersem' adını Anadolu'da bulunan bir bölgeden almaktadır, başka tanınmış bir dans olan "Şeyxhane" ise Kuzey Irak’ta Cebel Sincar bölgesinden adını almaktadır. Eğer bir makama bir genç kız adı verilmiş ise, örneğin "Makamê Meryemê", genç kız Meryem’in hatırasının belli bir ezgisel motife ilham kaynağı olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre, Kürt müziğinde, Hint ve Arap müziğinde olduğu gibi, sonsuz sayıda makamın kullanıldığı anlaşılabilir. Ancak bu böyle değil.

Gerçekten de, Kürtlerin müzik sanatı sadece tek bir makama dayanmaktadır. Bu ise, tek bir gamı koruyarak geleneğini geliştiren kültürün ne denli güçlü olduğunu göstermektedir. Bu gam şekline komşu halklar “Kord” ya da “Kurd” demektedir (özelliği ise minor sekond’u, major sekond’un izlemesi) ve Ispanya’daki Flamenco müzisyenlerinin uyguladıkları "Dorik" makam düzeninden başka bir şey değildir. Ancak Kürtler kullandıkları bu gamın bilincindeler mi?

Müziğin kendisi açısından kuşkusuz bilincindeler, çünkü müzisyen gam için öngörülen ve tamburanın ondört akordunca belirlenen kademelerden saparsa, kendi geleneklerinden ayrıldıkları hemen anlaşılır. Ancak, Kürtler bu gamı hiç bir zaman “Kord” diye adlandırmamışlardır. Tam tersine onlar bunu bir halkın ruhu ile ilişkilendirmişlerdir. Bir Kürd’ün “Kord” makamında doğaçlama yaptığını söylemek, bir Perslinin “Şur”u geliştirdiğini, ya da bir Hintlinin “Bhairavi”yi meydana getirdiğini söylemek kadar saçmadır. Daha titiz olup; Abdal makami ya da “Meryem makamı” demek daha doğru olur, çünkü Kord gamını sergileyen Abdal ya da Meryem şarkılarının yapısıdır.
---------
Yazan : Christian Poche
Ingilizceden çeviren: Huri Tuşık Özkurt
Kaynak: UNESCO Koleksiyonu
Bu yazı, Mehmet Bayrak'ın hazırladığı “Kürt Müziği, Dansları ve Şarkıları” kitabının 1. cildinden alınmıştır.

GELENEKSEL KÜRT MÜZİĞİNİN BAZI ÖZELLİKLERİ

Kürt müziği ile ilgili oldukça genel ve araştırmacıların üzerinde hemfikir oldukları bazı özelliklerden bahsedecek olursak;
- Kürt müziği esas olarak halk müziğidir ve anonimdir.
- Şarkıların bestecisi –çoğu zaman- nadiren sevinç ve genelde üzüntü duygularını ifade eden bir kadındır. Dengbêjler bu şarkıları köyden köye dolaşıp anlatarak popülarize ederler ve aynı zamanda başkalarına aktararak daha fazla insanın aynı yolla icra edip şarkıyı yaymasına vesile olurlar.
- Geleneksel Kürt şarkısı bir kıtanın yinelenmesine dayalıdır. Bir kıtadan diğerine geçerken sadece sözler değişir. Tüm şarkılar ve uzun havalar baştan sona aynı ruh halinde devam eder. Şarkının akışını kesecek ya da havasını değiştirecek neşeli, canlı, hareketli pasajlar araya girmez. Buna destanlar istisna oluşturabilirler. Onlarda destanın her aksiyon bölümü için farklı bir ezgi ve ritm kalıbı vardır.
- Geleneksel Kürt müziği tekseslidir ve ‘vokal’ bir karaktere sahiptir. Enstrüman çoğu kez dinleyiciyi sözlerin mesajını daha iyi algılayabileceği bir ruh haline sokmayı amaçlar, yani görece ikincil bir role sahiptir.
- Göçebe karakter Kürt müziğini önemli ölçüde etkilemiştir. Yaylalara (zozan) çıkışın ya da ovalara (germîyan) geri inişin kutlanması, kuzuların doğumu, yünlerin kırkılması sırasında söylenen eski zaman şarkıları önemli bir yere sahiptir.
- Dağ kültürü ve ova yerleşik kültürü içinde yaşayan Kürtlerin müzikleri farklıdır. Dağlık bölgelerde daha sert, vurguları güçlü şarkılar ve üflemeli enstrümanlar hakim iken, ova Kürtlerinde daha sakin bir ruh hali ve salınıma sahip şarkılarla ağırlıklı olarak telli enstrümanlar vardır.
- Kürt müziğinde danssal olmayan eser sayısı çok azdır.
- Genellikle kullanılan usuller ise; 6/8, 2/4, 10/8 vb.
- Kullanılan makamlar genellikle rast, newrozî, kürdî, çargah, buselik, hicaz vb. makamlar olsada Ortadoğu’da kullanılan bütün makamlar kullanılmaktadır denilebilir.
- Kürt müziğinde genel olarak sesler herhangi bir dereceden başlayabilir ama temel sesle biter. Ezgi genellikle inici ve çıkıcı-inici bir seyir izler.
- Ölçü içerisinde genellikle “es” (sus işareti) kullanılmaz.

GELENEKSEL KÜRT MÜZİĞİNDE KULLANILAN BAZI ENSTRÜMANLAR

Urfa yöresi halk müziği açısından san derece zengin yörelerden biridir.
Resimde Kıürt Hafız kaval çalarken (Fikret Otyam Arşivi-1960-Kaynak: Mehmet Bayrak)


Enstrümanların çoğu bilimsel olarak yeterince incelenmemiştir; bazıları hakkında ise tarihçelerine ilişkin en basit bilgiler bile yoktur. Kürt müziğinde kullanılan belli başlı enstrümanlar şunlardır:
- Bilûr (kaval)
- Dûdûk (mey); diğer Ortadoğu halklarının müziklerinde de kullanılan genellikle erik veya kayısı ağacından yapılan kamışlı bir üflemeli çalgıdır. Kürtlerde daha çatlak bir ses rengiyle kullanılır, Erivan Kürtleri bu enstrümanı Ermenilerin kullandığı renge yakın olmak üzere daha yumuşak ve insan sesine yakın bir renkte kullanırlar.
- Zirne (zurna); genellikle çingenelerin kullandığı bir çalgıdır. Kürtlerde zurna çalmak çoğu bölgede hafif meşrep ve ayıp olarak karşılanır. Genellikle her bölgede davul ve zurnayı o bölgenin çingeneleri kullanırlar.
- Duzare; Daha çok Bahdinan bölgesinde kullanılan çift kamışlı bir çeşit zurnadır.
- Tembûr (bisk); Kürt udu ya da sazı olarak bilinir. Ud ve buzuki arası bir ses rengi vardır. Daha çok Suriye ve Irak Kürtlerinin kullandığı bir enstrümandır. Bısk; Hozan Dilşîyar bu aletin Kürtlerden Mısırlılara oradan da Fenikeliler aracılığıyla Yunanlılara geçtiğini dile getirmektedir. Şu andaki “buzuki” sazının atası kabul edilir.
- Santûr; ‘kanun’a benzeyen fakat daha az teli olna, çubuklarla vurularak çalınan bir çalgıdır. Daha ziyade İran Kürtlerinin müziklerinde kullanılır.
- Dembilk (dombak); ‘zarp’ adı da verilen vurmalı bir çalgıdır. Ağaçtan yapılır ve darbukaya benzemekle birlikte daha kalın bir deri takılarak kullanılır. Çeşitli boyları ve tonları vardır.
- Def (erbane-arbana); iki türü vardır: Birincisi kasnağına yuvarlak ziller geçirilen bendir şeklinde (bildiğimiz tefin büyük hali gibi) bir enstrümandır. İkincisi ise daha yaygın kullanılan, özellikle zikir ayinlerinde ve dengbêjler tarafından, kasnağının içerisine yuvarlak halkalardan oluşmuş zincirler takılan bendir şeklinde bir enstrümandır.
- Dahol (davul); farklı bölgelerde farklı boylarda kullanılan çift tarafı deriyle kaplı geniş kasnaklı bir enstrümandır. Bir tarafına tokmak, diğer tarafına ince bir çubukla vurularak çalınır. Kürtler davulu daha çok üç temel amaç için kullanmışlar: 1.İşe çağrı 2.Kavgaya Çağrı 3.Şenliğe çağrı
- Rebab; kemençeye çok benzeyen, üç telli bir enstrümandır. At kılından gerilmiş bir yayla çalınır. Biri dem tutmak için diğeri ezgi çalmak için olmak üzere genellikle birden çok teli bir arada kullanılır.
- Keman; daha çok Dersim’de kullanılır. Aynen rebab gibi birden fazla tel bir arada kullanılır. Kemane gibi diz üstünde çalınır. Dersim Kürtlerinin Ermenilerle bir arada yaşadığı dönemde bu enstrümanı onlardan öğrendikleri söylenir.
- Qirnata (klarinet); daha çok Dersim, Elazığ civarında kullanılır. Genellikle ağaçtan yapılan türü değil metalden yapılan türü kullanılır. Mey ve zurna arası çatlak bir ses rengiyle çalınır.
- Cûmbûş; sıra ve mesire geceleri kültürünün etkisiyle bazı geleneksel müzik icracıları bu enstrümanı da kullanmışlardır.
- Bağlama; geleneksel Kürt müziğinde –semahlar dışında- pek yeri olmayan bu enstrüman daha yakın dönem icracıların geleneksel şarkıları yorumlamasında kullanılmaya başlanmıştır. Daha ziyade politik temalı şarkılarda kullanılarak Kürt müziğine girmiştir.

GELENEKSEL KÜRT MÜZİĞİ VE DENGBÊJLER

Dengbêjler yaşadıkları ya da duydukları toplumsal olayları, hikayeleri, efsaneleri bir makam yapısı içinde anlatan, hafızaları çok güçlü müzisyenlerdir. Kürt müziğinin tarihsel-geleneksel kaynakları dengbêjlerdir. Dengbêj, “sesle anlatan” anlamına gelir.

Folk müzikteki ‘lawje’ formuna yakın bir formda okurlar. Ama lawjelerin süreleri kısadır. Belirgin bir teması ve ezgi cümlesi vardır. Oysa dengbêj anlatımında aslolan anlatılan hikayelerdir. Makam ise anlattığı dünyaya girmek için bir araçtır. Makam dengbêjin hafızasını güçlendirir. Dengbêj bu makamlarla olayın atmosferini kurar ve olayın gerilimini sağlar. Kullanılandıkları makamlar ise genellikle; hüseynî, uşşak ve hicazdır (hicazda kullanılan ikinci ve üçüncü derecenin arası daha açıktır, yani ikinci ses bugün kullanılan hicaza göre daha pes, üçüncü ses ise daha tizdir).

Dengbêjlerin okuma üslubu “resitatif”tir. Yani yığmalı konuşmaya dayalıdır. Nizamettin Ariç’in söylediklerine göre, “Dengbêjler nefes almaktan sesi farklı yerlerde tınlatmaya kadar pek çok teknik için çalışıyorlarmış. Mesela; sırtlarını duvara dönüyorlar ve ellerini duvarla sırtlarının arasına koyup nefes alıyorlar. Ellerinin sırtları ve duvar arasında sıkışması gerekiyor ki diyaframa nefes alma alışkanlığı oluşsun. Ya da bardaktaki suya bir kamış daldırıp su kabarcıkları hiç bitmeyecek şekilde suya üflüyorlar, bu da ‘sürekli nefes’ alıştırması olarak kullanılıyor, yani bir yandan nefes verirken aynı anda almayı öğreniyorlar. Bu yöntem üflemeli enstrümanlarda da kullanılmaktadır.(kaval, mey, zurna vb.) Ayrıca dengbêjler, özellikle Evdalê Zeynikê döneminde yaygınlaşan bir şekilde, yanlarına talebeler/çıraklar alarak direkt bir aktarım yoluyla da kendilerinden sonraya aynı işlevi görecek bir temsilci bırakıyorlar. Bu, özellikle belirli bir dönem için, kurumlaşmaya işaret ediyor. Dengbêjlik geleneğinin bu ‘usta-çırak ilişkisi’ ile devam ettirildiği biliniyor.”

Dengbêjlerin üç türde müzik yaptığını söyleyebiliriz:
- Halk dengbêjleri, halkın içinde dolaşan insanlardır. Bunlar efsaneleri, mitolojik olayları, tarihsel olayları, gelenek görenekleri alıp halk arasında dillendirirler.
- Beylerin, ağaların, mirlerin kendi dengbêjleri.
- Kapı kapı dolaşan ve Kürt Halkı içerisinde kendilerine “mutrum” denilen insanlar.

Harvard Üniversitesi öğretim görevlisi Mehrdad R. Izady’nin verdiği bilgilere göre ise, “Part dönemi (MÖ 247-MS 227) boyunca bölgede ustaca örgütlenmiş ve repertuarlarında Mitraik yaradılış efsanesi ‘Mithrakân’ın kaydadeğer bir role sahip olduğu bir ozanlar ve halk hikayecileri (gosân) ağı mevcuttu –ki bu tüm Ortadoğu halklarında benzerleri olan bir tipolojidir ve farklı yönleri bulunmakla beraber Kürtlerdeki karşılığı da ‘dengbêj’dir.

Dildar Şêko, dengbêjler için şunları söylüyor: “Şimdi Kürtlerde ‘hunermend’ ve ‘dengbêj’ birbirinden ayrıdır. Hunermendler, genellikle hafif türküler, oynak türküler veya ayin türküleri (onlar da hafif türküler kısmına giriyor) okurlar. Dengbêjler; enstrümansız, kendi hünerlerini, yeteneklerini, seslerini dörtdörtlük olarak açığa çıkarırlar. Herkes tarafından yorumu yapılabilir söylediklerinin, yani yoruma açık bir şekilde söylerler zaten. Kürt dengbêjlik sanatında müzik aletleri kullanılmaz. Enstrüman kullanmak dengbêjin zaafı olarak görülür. Ondan herkes şüphelenir çünkü bu sayede zaafını gizliyor gibi görünür.” Saz ile müzik yapanlara “hozan” ya da “tenbûrvan” denilir. “dem: zaman, bûhûr: zaman geçirme” anlamında kullanılır.

Tüm yukarıda anlatılanlar için köylerde “dîwan”lar kurulur. Hakkari bölgesinde buna “şevreşk” denir. Kelime anlamı ‘birlikte geçirilen gece’ olan şevbuhêrk; dengbêjlerin hikaye, masal veya destan anlattığı, divanhanede toplanan gece meclislerine verilen isimdir.

Anlattıkları hikayelerin içeriğini kimi zaman fantastik, kimi zaman tarihsel gerçekler(masal, aşk hikayesi, savaşlar, kahramanlıklar vb.) oluşturur. Özelikle uzun kış gecelerinde diwan kurulur. Destanlarda kahramanlık yönü ağır basar. Kötüler, şişman, özürlü; iyiler çok güzel, yiğit ve yakışıklıdır. Genellikle her iyi dengbêj bir ‘mîr’in (bey) himayesindedir. Mîrler onları, kendi yiğitliklerini, kendi aşiretlerinin tarihlerini belgelemek (hafızaya almak) için yanlarına alırlar. Aşiretler arası kavgalarda, savaşlarda onları da yanlarında götürürler.

Dengbêjler aslında profesyonel müzisyenler değildirler, yaptıkları işin karşılığında bir şey almazlar ama iyi bir dengbêjin ihtiyaçları zaten halk tarafından ya da mîr tarafından karşılanır. Çalışmasına gerek kalmaz, ondan sadece hikayeler, masallar anlatması ve kendi tarihlerini bu yolla diri tutması beklenir.

Dengbejler


BAZI MÜZİKAL FORMLARBölgelerde farklı isimlendirmeler ile farklı müzikal formlar vardır.
  • Lawje (Lawij, Lawik)
Belli bir ritmi olmayan serbest havalardır. Dengbêjler; lawje de, destan da okurlar. Ama ‘lawje’ler çîrok ve destanlara göre daha kısadırlar. Melodik yapısı belirgindir. Aralarda sürekli dönen bir ezgi kalıbı “nakarat”ı vardır. Lawje, Kürtlerin en karakteristik serbest formudur ve inici bir makamsal seyre sahiptir. Serbest tartımlı olarak seslendirilen, xulxulandin [gırtlak titretme, vibrasyon] üslubunun hakim olduğu lawjeler, havînî bölümlerinin dışında resitatif [yığmalı] bir şekilde okunur. Hakkari bölgesinde, Havînî denilen bölümde genellikle cümlenin sonundaki sessiz harf düşer ya da sonuna ‘-e’ , ‘-o’ gibi harfler eklenir ve yığmalı bölümden sonra gelen bu bölümde ses uzatılır. Havînîler genellikle nefes almak için kullanılan dinlenme bölümleridir. Lawjelerin sözleri genellikle gerçekleşmemiş aşklar ya da ölen birisinin ardından yakılan bir ağıttır. Lawje daha çok Bahdinan ve Cizre’de yaygın olan bir müzikal gelenek olmasına rağmen Hakkari bölgesinde de kullanılır. Lawje geleneğinin güçlü olduğu Serhat bölgesi dengbêjlerinde ziqziq [titretme] tavrı belirgindir.
  • Heyranok/Hayran ve Stranên Evînê (Sevgi ve Aşk Şarkıları)
Kadın ve erkek tarafından karşılıklı olarak söylenen aşk şarkılarıdır. Dans sırasında söylendiğinde bir kadın ve bir erkek ya da dans edenlerden iki grup tarafından karşılıklı olarak söylenir. Bir grup sözleri söyler, diğeri de tekrar eder. Bu şarkılarda söz ve melodide ruhsal heyecana geniş yer verilmiştir. Ve yine şarkılarda mutluluk ve sevgi hisleri çok güçlüdür. Aşk şarkıları çoğu zaman teşbih ve övgü sanatını kullanır. İnsan ve tabiat sevgisi birincil konulardır. Melodileri liriktir, çünkü okunmaları melodiktir; söylenmeleri kolaydır ve değişken bir ritme sahiptirler. Farklı formlarda olmakla birlikte Kürtlerin yaşadığı hemen her bölgede örnekleri vardır. Süryanilerle etkileşim halindeki Hakkari Pînyanîşî’de makamlar farklıdır. Heyranok, bir mani türüdür ve içeriği çoğunlukla kız ve erkeğin aşkıdır. Bölgedeki aşiretler yazın yaylalarda (zomalarda), kışın köylerde yaşarlar. Zomaya gidiş bir sevinç vesilesi olduğu için şarkılarda da işlenir. Bu sevinç, daha çok heyranok’lara konu olmuştur. Çünkü delikanlılarla kızların buluşacakları yer yaylanın o uçsuz bucaksız dağlarıdır. O dağların kuytulukları her çalı dibi her kaya gölgesi bir buluşma mekanıdır. Aslında heyranok’ların sözleri oldukça erotiktir ve bunları sadece aşıklar birbirlerine söylerler, üçüncü bir kişi dinleyemez ve tabi ki kaydedilemez. Heyranokların makamları genellikle inici karakterlidir ve üçlü, dörtlü atlamalar içerir. Dîwanlarda okunan heyranok’ların içeriği epik sözler, kahramanlıklar da olabilir. Böylece heyranok asıl içeriğinden, yani aşıkların birbirine söylediği sözlerden başka bir içerikle, ama aynı müzikal formda okunmaktadır.
  • Pîrepayîzok
Yayladan dönüş hüzünlüdür. Çünkü hem aşıkların ayrılma vaktidir, hem de sonbaharı karşılama ve uzun bir kışa hazırlık dönemidir ki ‘pîrepayîzok’lar da bu ruh halinin yansımasıdır. Yani heyranok baharın coşkusuysa, pîrepayîzok da sonbaharın hüznüdür. Payîz sonbahar demektir, payîzoklar ise sonbahara yakılan şarkılardır. Oralarda sonbahar hazan mevsimidir, sevilmeyen bir mevsimdir, uzun bir kışa açılan kapıdır ve 7-8 ay köyde kapalı kalmanın habercisidir. Sonbahar aynı zamanda alegorik olarak insan ömrüne tekabül edecek şekilde kullanılır. Sonbahara yakılmış bir şarkı gibi görünen pîrepayîzok’lar aynı zamanda insan ömrünün de sonbaharını ima eden dramatik hikayeleri kapsar. Pîrepayîzok’ların makamları da heyranok’lara benzer ama daha lirik ve hüzünlüdür. Ayrıca heyranok yaylada söylenen asıl haliyle iki aşık tarafından karşılıklı söylenirken, pîrepayîzok tek kişi tarafından söylenir.
  • Lawikê Siwaran-Destan (Yiğitlik, Kahramanlık-Epik- Şarkıları )
Savaşı, göçü ve buralarda geçen hikayeleri anlatan şarkılardır. Savaşın Kürtlerin hayatında tarih boyunca işgal ettiği önemli yer nedeniyle epik şarkıların sayısı çok fazladır. Bunlara ova halkı tarafından ‘delal’ (güzel), dağ halkı tarafından da ‘lawikê siwaran’ (savaşçı şarkıları) adı verilir. Delal, genellikle tenbûr eşliği ile icra edilir. Lawikê Siwaran ise daha az düzenli bir melodik çizgiye, kesik ve canlı bir ritme sahiptir. Uzun destanlarda ritmik ve ezgisel yapı öykünün bölümlerine göre (hüzünlü, dramatik bölümler, çatışma vs.) çeşitlilik gösterir. Bazı örneklerinde (örn; Dimdim Kalesi Destanı’nın manzum bölümleri) kalabalık bir grubun icra ettiği govend (halay) oynanırken iki kişi ortaya çıkar ve daha teatral denilebilecek bir dans icra ederler. Dimdim Kalesi örneğinde bu iki kişiden birisi Emîr Xan’ı, diğeri ise İran Şahı’nı canlandırır ve biri hançer, öteki ise kılıçla bir savaş dansı yaparlar. ‘Dimdim Kalesi Destanı’nın hüzünlü sahneleri yumuşak olmasına rağmen cenk sahneleri daha serttir. Bu şarkılara yaşanmış hemen tüm iç ve dış çatışmalar konu olmuşlardır. Söz ve müzik sıkı bir bağ içindedir, marş karakterini gösterir ki, bu da yiğitlik duygularının kabarmasına yol açar. Bu şarkılar altmetinleri veya direkt olarak öyküleri aracılığıyla Kürt toplumunun farklı zamanları, katmanları ve mekanlarına ait profilleri anlamamıza imkân verirler.
a) Destan
Destan formuna ‘beyt’ de denir. Uzun, manzum ve epik hikayelerdir. Genellikle büyük aşklara, savaşlara, aşiretlerin dış güçlere karşı gösterdikleri kahramanlıklara ve önemli olaylara dairdir. Ama Zembîlfroş örneğindeki gibi ilahi bir aşkı anlatan hikayeler de destanın içeriğini oluşturabilir. Destanların her bir bölümü farklı bir makamda ve ritmde okunur. Anlatılan bölümün aksiyonuna göre makam ve ritm daha yumuşak, lirik ya da daha sert ve güçlüdür. Aslında divanlarda ve oturarak okunurlar, sadece usta dengbêjlerin tamamını hafızasında tutabildikleri ağır eserlerdir ama bazı hızlı ve sert bölümleri Hakkari’de düğün esnasında da dans eşliğinde söylenmektedir. Hakkari’de eskiden herkesin defalarca dinlediği halde tekrar tekrar dinlemek istediği Dımdım Kalesi, Sînem Xan, Rûstemê Zal ya da Cembelî û Binevş gibi önemli destanların tamamını hafızasında tutan dengbêj artık kalmamıştır.
b) Berite
Bêrîtelerin sözleri savaş ve kahramanlık üzerine olmasına karşın ezgileri oldukça yumuşak ve liriktir. Bir teze göre şeşbendîlerin ağdalı söylenmesi kışın uzun süre kapalı kalınması ve dolayısıyla dilin daralmasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle şehir merkezinde ya da yakın köylerde bu forma rastlanmaz. Hakkari bölge dengbêjlerinin bazıları Pinyanişîlerin şeşbendî okuma tarzının Asurilerle bir arada yaşamalarının yarattığı etkileşimden kaynaklandığı söylerler.
  • Dîlok (Dans-Düğün Merasimi ve Merasim Şarkıları-Stranên Dîlanê)
Dîlok’lar, çeşitli şenlik ve eğlencelerde icra edilen dans şarkılarıdır. Ezgileri, oyun hareketlerine ve figürlerine uygun şarkılar yalnız söylenebildiği gibi oyun ile birlikte de söylenir. Bu eğlencelerde dans edenler arasından bir kişi tarafından söylenen ve bir diğeri tarafından da tekrar edilen şarkılardır. Sözleri genelde çok sayıda kıtadan oluşur ve her kıtada değişir ama her kıtanın ezgisi aynıdır, ezgi değişmez. Dîloklar her türlü olaydan ve hikayeden bahsedebilirler. Sadece dans şarkısı olanların yanında bazı epik şarkılar, heyranoklar ve bazı destanlar da dansla birlikte söylenir. Enstrümantal olan dans şarkılarında ise genellikle davul ve zurna kullanılır –ki bunlar yerli halk tarafından icra edilmez, genellikle çingeneler (mıtrıplar) tarafından profesyonelce icra edilirler. Bu şarkılar eşliğinde toplu yapılan dansların dışında solo veya ikili danslar, hatta bazıları oyuna veya pandomime benzeyen figürler de kullanılabilir. Stranên dawatê formundaki bir şarkının ezgisi sürekli tekrar eden tek bir kıtadan oluşur. Sözler bazen 20-30 kıta devam edebilir fakat müzik değişmez. Birkaç kişi ilk sözü söyler, birkaç kişi de onların son hecesinden sözü devralarak aynısını tekrarlar. Sonra ilk grup onlardan tekrar devralarak ikinci sözleri söyler ve bu böyle devam eder. Aynı ezgiye devam edilirken başka bir şarkının sözlerine geçilebilir. Söylenen ezgi ve kullanılan ritm, dansın hangi aşamasında olunduğuna bağlıdır. Bütün bu oyunlarda şarkıların sözleri çok önemlidir. Çünkü sözler ve ritm oyunu birebir belirler.
Hakkari bölgesindeki düğünlerde iki gün süren düğünün ilk gününün, yani kına gününün akşamında, damat sağdıçın [berzava] evine götürülür. Düğün merasiminde ‘berzava’nın yeri çok önemlidir. Berzava, damadın [zava] danışmanıdır, rehberidir, yardımcısıdır, en yakın arkadaşıdır. Alevilikteki musahip ya da sağdıç’la hemen hemen aynı şeydir. Davetliler damat evinde yemekte iken berzava “Yarın herkes bize davetlidir” der ve ertesi gün kahvaltıda herkes oraya gelir. İkinci günün [Pazar günü] sabahında berzavanın evinde serşo merasimi vardır. Şarkılar eşliğinde gerçekleşen damadın banyosu ve tıraşından sonra berzavanın davetlilere verdiği kahvaltı aşamasına geçilir. Daha sonra damat baba evine götürülür. Öğleden sonra düğün alayı, şarkılar söyleyerek gelini almaya gider. Gelini almaya giden ‘berbûk’lar eve girerken erkekler dışarıda halay çekerler. Gelin hazırlandıktan sonra erkeklerden sadece berzava içeri girer ve gelin dışarı çıkarılırken kapıyı açtırmak için berzava ‘pişte der’ (kapı bahşişi) denilen bir parayı çocuklara verir. Gelin, düğün evine geldiğinde kapıdayken damat evin damına çıkar ve gelinin üzerine toprak serper. Bu damadın üstünlüğünü simgelemek içindir. Kayınvalide veya görümce su dolu bir testiyi gelinin ayakları önünde kırar. Su, aydınlığın sembolüdür, ‘uğurlu olsun, ayağı aydınlık getirsin’ dileğinin ifadesidir. Gelin düğün evine götürüldükten sonra kurulan düğünde halaylar çekilir ve davetliler gelinle damadı kutlamaya gelip onlara bahşiş ve hediyeler verirler. Bütün gün halaylar çekildikten sonra davetlilere akşam yemeği verilir ve yine şarkılar eşliğinde damat, gelinin odasına götürülerek kahve ve şerbet gelenekleri uygulanır. Daha sonra davetliler ve akrabalar gelinle damadı yalnız bırakarak oradan ayrılırlar.
  • Serşo
Serşo töreni ve şarkıları [ikinci gün] sadece berzava’nın evinde damadın banyosu ve tıraşı öncesinde, sırasında ve sonrasındaki aşamadır. Sabahleyin kalkılır ve şarkılar eşliğinde damat banyoya götürülüp yıkandıktan sonra yine şarkılar eşliğinde tekrar içeri getirilir. Berber tıraş için berzavanın evine çağrılmıştır. Tıraş yapılırken de yine damadın etrafındakiler şarkılar söylerler. ‘Serşo’ içeride söylenen bir şarkı formu olduğundan, eşliğinde halay çekilmez. Oturarak; dîwanhane şarkıları, şeşbendîler gibi söylenir. Makamı ve söyleyişi de şeşbendîler gibi ağdalıdır. Sözlerin arasında bolca ulama ve kelimenin ortasında kesme vardır. Serbest değildir, ritmiktir ama karmaşık zamanlı ve çok uzun olan ritm cümleleri nedeniyle serbestle ritmik arası bir duyuşu vardır.
b) Narînk
Berbûklar(Gelini almaya giden düğün alayındaki kadınlara ‘berbûk’ denir.) gelini evden alıp götürürlerken söylenen şarkılara ‘narîn’ veya ‘narînk’ denir. Narînk, ritmik olmakla beraber oldukça duygulu hatta ağıta yakın bir havadadır. Çünkü bir uğurlama, vedalaşma havasıdır. Sözleri de ayrılığı ve vedalaşmayı işler. Ritmi serşo gibi kompleks değildir. Basit ritmlerle ve lirik ezgilerle söylenir. Birkaç farklı makamla [ezgi kalıbıyla] söylenen çeşitli varyantları vardır. Diğer düğün şarkılarında olduğu gibi narînkte de, sözler uzun kıtalar boyunca değişirken ezgi ve ritm hep aynı kalır.
  • Stranên Karan(iş şarkıları)
Toplu olarak bahçede, bağda, bostanda, tarlada çalışırken söylenen şarkılardır. İş şarkılarının metinlerinde görülen işin özelliklerinden söz edilmesi gerekmez. İçerik bakımından hangi türden ve çeşitten olursa olsun, herhangi bir metin iş şarkısının aracı olarak kullanılabilir. Bu stranların asıl özelliği, onların söylenmesine araç olan iş, bununla ilişkili hareketler, şarkının bu işe ve işin gerektirdiği hareketlere uyan ezgisi, ahengi, “usûl”ü, şarkının bağlanmasına katılan sözcükler ya da söz kalıpları, belli yerlerdeki ünleniş ve bağrışmalardır. İş şarkısı özelliğini bu öğeler sağlar. Ermenilerde çift sürülürken söylenen horoveller de bunlara benzerler.
Bulgur çekme, dibek dövme (mîrkut), ekin biçme, pamuk çapalama, toplama sırasında iş şarkıları söylenir. Teşi(kirman)şarkısı, yayık dövme, un eleme şarıkıları gibi tek başına yapılan işlerde söylenlari de vardır. Genç kızların ve kadınların yün eğirirken ya da kilim dokurken mırıldandıkları “Berdolavî” ya da “yün eğirme şarkıları” hüzünlü ve melankoli yüklüdür.
Genellikle yayladaki kadınlar akşamdan mayaladıkları sütün yoğurt haline geldikten sonra, sabahları erken kalkarak yayıklara koyup tereyağı elde etmek için sallarlar. Karşılıklı ikişer kadın yayığı iter ve o sırada Stranên Meşkê [yayık şarkıları] denilen şarkılar söylerler. Ritmi yayığın sallanış ritmine göredir ve içeriği her şey olabilir. Hakkari’de “yayığa ne kadar çok aşk şarkısı söylersen o kadar çok tereyağı verir” şeklinde bir inanış vardır. Ritmi genellikle 3/4'lüktür ve herkes tarafından bilinen tek bir ezgiyle söylenir. Diğer Kürt bölgelerinde de ritmleri ve ezgileri farklı yayık şarkıları vardır. Ayrıca Keldanilerin yayık şarkısı olan Gudî [yayık] ve Meşkê [yayık] ritm, ezgi ve söz kalıbı olarak benzerlik göstermektedir. Bunun yanı sıra, yine iş şarkısı kategorisinde ele alınabilecek üzüm ezme şarkıları da vardır. Bunlar Keldanîlerde şarap yapmak için çalışırken, Müslüman Kürtlerde ise üzüm şırası yaparken söylenen şarkılardır.
  • Dîwanhanelerde Okunan Şarkılar (Şeşbendî)
Genellikle düğünlerden sonra gece diwanhanelerde okunan, yorumlanması zor, ritmik formu karmaşık yapılardır. Beyitler halinde okunur. Yarı serbest formdadır. Sözlerde bol miktarda “ulama” kullanılır. Yani sessiz harflerle sözler birbirine bağlanır. Makamları çoğunlukla komasızdır. Çevirmeli olarak dörder beşer kişi tarafundan söylenirler. İçeriği, her türlü toplumsal hadiselerdir. Sözleri çok çetrefil olup sadece ezberleyenler tarafından okunur ve anlaşılır. Aslında bunun sebebi sözlerin arasına “–ya” ve “–ha” gibi hecelerle çok fazla ulama yapılarak söylenmesidir. Bu, dîwan türkülerinin daha çok ağır meclislerde, dîwanlarda söylenmesinden kaynaklanır. Heyranok ve şeşbendi formları aynı zamanda Süryanilerde de okunan formlardır. (Hakkari’deki Keldani’lerde de rastlanır.) Ayrıca Uludere Goyan aşiretinde yine bu formla benzerlikler taşıyan ‘bêrûte/bêrîte’ adı verilen bir form da vardır. Düğün akşamında kurulan divanhanede şarkı söyleyenler yan yana diz çöker ya da yere oturur, ellerini yanaklarına koyar ve kafalarını eğerler. Kulaklar da orta parmakla kapatılır. En az iki kişi okur, o kadar kişi de tekrarlar, yani çevirirler.
  • Lorik (Ninniler)
Ninnilerin içeriği her türlü tarihi ya da kişisel olay ve kişi olabilir. Bunlar annelerin dağarcıklarındakini müziklendirerek çocuğuna aktarmasıdır –ki dengbêjlerle asıl işlev benzerliği buradan kaynaklanır. Küçük çocukları sakinleştirmeyi ve sevindirmeyi amaçlamaktadır. Ninnilerin sözleri yumuşak ve sakinleştiricidir.
  • Kürt Merasim Şarkıları
Bu şarkılar, yas veya mutluluğa göre farklı karakterler taşırlar. Bunlar düğün ve yas şarkıları olarak ikiye ayrılırlar. Düğün şarkılarının, gelin ağlaması, gelin anası şarkıları, damat anası şarkıları ve gelin ve damada övgü şarkıları şeklinde değişik kategorileri vardır. Yukarı bu formdan bahsettik. Bunlardan gelin ve damat için söylenen şarkılar Hakkari bölgesinde divanki formunda da okunur. Yas şarkılarının teması ise, ölünün anılması ve ölüden geriye kalan nesile övgü niteliğindedir. Bu şarkılar, daha önce herhangi bir hazırlık olmaksızın okunurlar, yani o esnada yaratılırlar, ağlama ve diyalog şarkılarıdır.
  • Katar
Aslen kervanlarda yani uzun seyahatlerde söylenir. Kervan ve sıra anlamına gelir. Bu açıdan katar, en eski Arap şarkı tarzı olan “huda” ile akrabadır. Katar’da daha çok arzu, özlem, kavuşma ve üzüntü temaları işlenir.
  • Medîha ve Mewlûd
Medihalar, divan ortamında söylenen ve genellikle Hz. Muhammed’e, sahabesine, Hz. Ali’ye ve tarikat şeyhlerine övgülerden oluşan dinî şarkılardır. Kadirîlerde olduğu gibi zikir müziği değildir. Enstrümansız icra edilir. Serbest ritmli olanları tek kişi tarafından, ritmik olanları ise topluca okunur. Makamları halk şarkılarıyla birbirine yakın makamlardır. Bunun sebebi medreselerde kuran makamlarını öğrenen feqîlerin köylerine mela olarak döndüklerinde bu makamları kendi düğün ve divan makamlarıyla kaynaştırması ve bu şekilde yorumlamalarıdır. Mela olanların düğün şarkılarını, şeşbendîleri yorumlamasında da tam tersi bir etki görülür. Bunların da bazılarının makamları medîhalara yaklaşmıştır. Medîhaların bazıları divanlarda, bazıları cenaze defnederken, bazıları tabut taşırken okunmak üzere farklı örnekleri vardır. Ayrıca dinî müzikler kategorisinde incelenmesi gereken diğer bir tür de mewlûd’dür. Mewlûd, Hz. Muhammed’in doğduğu güne dair bir övgü ve güzellemedir. Arapça ve Türkçe’de de olan bu türü Melayê Batêyî Kürtçe yazmıştır. Sözleri anonim olmayan ya da zamanla anonimleşmemiş nadir geleneksel şarkılardan biridir.
DİNÎ MÜZİK GELENEĞİ

a) Yezidi Qewl(söz)leri
- Sadece söze dayalı ve lawje formundakiler
- Kaval ve arbane eşliğinde söylenenler şeklinde ikiye ayrılırlar.
Yezidilerin dinsel törenlerinde müzik ve dansın merkezi bir yeri/önemi vardır. ‘Qewal’ denilen ve hem müzisyen hem de din adamı olan kişiler, gerek Newroz törenlerinde gerekse Yezidilik inancının kurucusu Şeyh Adi Bin Misafir’in (1073-78) türbesine yaptıkları yıllık ziyaretlerde kaval, arbane ve davullarla ayinlere katılırlar, ilahiler ve vecd havası içinde okunan şarkılar söyler, dans ederler. Koçek adı verilen dansçılar da ‘qewal’ın yardımcısı sıfatıyla bu törenlere katılırlar. Nûra Cewarî’ye göre; “Yezidilerde, halk arasında okunan ‘qewl’ tekstleriyle Yezidilerin kutsal kitabı olan ‘Mishefa Reş’ (Kara Kitap)teki qewl tekstleri birbirlerinin varyantlarıdır. Bazı qewl örneklerinin Ortaçağ’a kadar giden karmaşık bir tarihi vardır. Bu da Yezidi Kürtlerin ritüel şarkılarının paganist kültüre dayandığına dair ipuçları vermektedir.”
b) Kadirî Ayin Müzikleri
Kürtlerin İran coğrafyasındaki Sanandaj bölgesinde Şeyh Abdulkadir Geylanî’nin kurduğu tarikatta arbane eşliğinde söylenir, ritüelin tansiyonuna göre yapı sertleşir. Zikir müziğidir.

c) Ortodoks İslâm Müziği
i) Gezgin Din Adamları
Siirt-Bitlis coğrafyasında görülen, yezidi gezgin din adamlarından etkilenerek oluşmuş bir tarz sınıf olan müslüman din adamları, gezerek beyitler okurlar. Bunlar dengbêjler gibi dolaşarak dinî hikâyeler okurlar ve dini örgütleme ve yayma işlevleri vardır.
ii) Medîhalar (Methiyeler) ve Mevlitler
Hz. Muhammed’e güzelleme mahiyetindeki dini sözlerden oluşuyor. Bunları okuyanlar gezgin dervişler değil halktan insanlardır. Genellikle topluca okunur.
d) Şii ve Alevî Kürtler
i) Dersim Alevileri
Genellikle ibadet dilleri Kürtçe olmasına karşın ibadet sırasında okunan şarkıların sözleri ağırlıklı olarak Türkçe’dir. Bunun yanısıra iç Dersim’de Kürtçe’nin Zazakî ve Kurmancî lehçesinde semahlara da rastlanır. Semah sözlerinin ağırlıklı olarak Türkçe olmasının nedenlerinden biri Aleviliğin yerleşmeye başladığı dönemdeki Alevî halk şairlerinin (Pir Sultan, Şah Hatayî vb.) Türkçe yazmış olmaları diğeri ise cumhuriyetin kuruluşundan sonra bu bölgede bilinçli olarak uygulanan devlet politikalarıdır. Alevilik özellikle Dersim’de farklı bir formasyonla belirir. Bu, Anadolu Aleviliğinden farklı olarak Zerdüşt dini ve diğer doğa-tanrıcı dinlere ait ritüelleri yakın zamana kadar koruyabilmiş olmalarından kaynaklanır.
ii) Maraş Alevileri
Bu bölgedeki Alevi Kürtler, Kürtçe’nin Kurmancî lehçesini konuşurlar. Ama semah sözlerinin ağırlığı aynı sebepten dolayı burada da Türkçe’dir. Yine de Kurmancî semahlara da rastlanır. Fırat’ın batısındaki, özelde Binboğalar yöresindeki Alevi Kürt yoğunluklu aşiretler arasında gerek âşıklar ve halk ozanları, gerekse dini törenleri yürüten pirler aracılığıyla gerek din-dışı kilam ve stranlar, gerekse dini ayet ve beyitler sınırlı da olsa bugün de yaşamaktadır.
iii) Ehl-i Hak
İran coğrafyasında rastlanır. Çöğür (bağlama ve cura arası yuvarlak gövdeli bir telli enstrüman), İran’da Kürt Ehl-i Hakçılar tarafından da kullanılıyor. Dilleri Gorani’dir. Ehl-i Hak mensupları da paganizmin en eski ayin biçimlerini sürdürmekte, müzik eşliğinde zikir törenleri ve vecd toplantıları düzenlemektedirler. Müzik aracılığıyla tarikatin sırlarına ereceklerine inanan, hayatında ve ibadetlerinde bütün dini liderlerin müzisyen oldukları, tanbura denilen bağlama türü eşliğinde ve bir merasim tarzıyla ilahiler okudukları bilinmektedir. Dersim Alevilerinin inanç ve törenlerinde de Yezidilik ve Ehl-i Hak öğretisini çağrıştıran motiflere ve ritüel pratiklere rastlanır. Zikr törenlerinde, dervişler kendilerinden geçerek ateş közü üzerinde yürürler. Ehl-i Hak’ı başka gruplardan ayıran en önemli unsur, müziğe ve müziğin temsil ettiği değere ve sembolik olarak yorumlanmasına verilen önemdir. Bu müziğin en belirgen özelliği ise, kutsal ve gizli, çok özel ve özgün bir yapıya sahip olmasıdır.
KÜRT MÜZİĞİNİN DİĞER HALKLARLA ETKİLEŞİMİ
Kürt toplumunun büyük çoğunluğu Sünni Müslüman olmakla birlikte, Yahudileri, Hristiyanları, Êzidileri, (Hakkari bölgesinde güçlü bir etkileşime neden olan Keldani ve Nasturiler) Kürt Alevileri, Kürtleşmiş Türkleri, öteki mezhepleri (Kadirileri, Nakşibendileri, Ehl-i Hakçıları) de kapsar. Ayrıca, dil bakımından farklı lehçeler kullanılmaktadır. Dolayısıyla bu sosyal ve kültürel çeşitlilik/zenginlik hem Kürtlerin yaşadığı bölgeler arası hem de komşu halklar arası etkileşime açık bir durum arz eder. Kürt müziğinde bu karşılıklı etkileşimin izlerini görmek zor değildir.
Kürt müziğinin homojen bir yapıya sahip olmadığını, bölgelere göre farklılıklar gösterdiğini söylemiştik. Bu farklılığın bir sebebi o bölgelerdeki Kürtlerin yaşadıkları farklı coğrafi koşullar ve bu coğrafi koşulların getirdiği farklı hayat biçimleriyse; diğer sebebi de mutlaka o bölgelerin komşu oldukları diğer halkların müzikleriyle etkileşmesidir.
Saydığımız müzikal formların melodik ve sözsel analizlerine, makam-ayak yapılarına, söyleyiş üsluplarına ve enstrüman kullanımına baktığımızda Kürt müziğinin bulunduğu coğrafya itibari ile komşu birçok halkın müzikleri ile etkileşim içinde olduğu görülecektir. Ve bu yüzden, aslında bu çalışmanın bir ileriki aşaması bütün Mezopotamya ve Anadolu’yu içine alan daha geniş bir coğrafyanın müzikal ve sosyo-kültürel bir analizidir. Mezopotamya coğrafyasına baktığımızda içiçe yaşayan halkların kültürel yönlerinin birbirleri ile oldukça ilişkili olduğunu görüyoruz. Bu anlamda müzik yapısına baktığımız zaman Kürtlerin tüm Ortadoğu’ya kendi müziklerinden bazı örnekler verdiğini ve Ortadoğu’dan da gerek saz olarak gerek diğer konularda bazı şeyler aldığını görüyoruz.
Örneğin Hakkari; Êzîdîlik, Nasturilik ve Keldanilik gibi İslam dışı inançların yanı sıra, bölgedeki medreselerin merkezî etkiden uzak olması sebebiyle heterodoks sayılabilecek İslam mezheplerinin de yeşerdiği bir mekân olabilmiştir. Dolayısıyla buradaki kültürel çeşitlilik ve zenginlik bölgedeki Kürt müziğini çok etkilemiştir.
Bu etkileşimin yanı sıra diğer bölgelerle de ortak şarkı ve formlardan söz edilebilir. Bahdînan bölgesinde bulunan Duhok’ta ‘şeşbendî’ye benzer formlara rastlanması; Xelef adlı şarkının Botan’da ‘Ez Xelefê Botîme’ [Ben Botan’lı Xelef’im], Hakkari’de ise ‘Ez Xelefê Hekarîme’ [Ben Hakkari’li Xelef’im] şeklinde okunması; Cizre, Şırnak ve Eruh’ta da ‘heyranok’a benzeyen ama daha gergin bir ses kullanımı ve daha fazla ses atlamasının kullanıldığı şarkıların olması; Seydik adlı şarkının Hakkari’de ve Eruh’ta aynı sözler ve farklı ezgiyle okunması, bölgelerarası etkileşime örnek olarak verilebilir. Ayrıca Uludere Goyan aşiretinin düğün ve divanhane şarkılarının bir kısmı Şırnak’ta da oldukça yakın bir biçimde icra edilir.

a) Süryani-Keldani-Nasturi Müziği ile Etkileşim
i) Hakkari, Şırnak ve Cizre coğrafyasında Keldani ve Nasturilerin makam ve söyleyiş üslubuna etkisi vardır.
Hakkari’de Kürtlerle Nasturilerin uzun süre bir arada yaşamalarının, birbirlerinin düğünlerine gitmelerinin ve birlikte müzik icra etmelerinin bu iki halk arasında belirli bir müzikal etkileşim yarattığı bazı geleneksel şarkılardan anlaşılmaktadır. Nasturilerin geleneksel kayıtlarına ulaşamamakla beraber divanhanede söylenen iki dilli [Kürtçe-Süryanice] divan şarkıları, ritmik formu ve ezgi kalıbı aynı denecek kadar benzeyen Süryanice ve Kürtçe yayık şarkıları bu konuda önemli ipuçları vermektedir.
ii) Diyarbakır-Urfa gibi yerlerde şehir müziğinde etkileşim görülebilir.
b) Fars ve Azerî Müziği ile Etkileşim
Özellikle enstrümantasyon, enstrüman kullanımı ve çeşitliliği, makam ve vokal kullanımı açısından bir etkileşimden bahsedebiliriz.

c) Ermeni Müziği ile Etkileşim
i) Serhat Bölgesinde “dîlok” tarzı içine giren govend ve ağır govendlerde Ermenilerin gorani formu ile etkileşim vardır.
ii) Diyarbakır, Elazığ, Harput şehir müziklerinde önemli bir etkileşim vardır. Dersim ve Harput dolaylarında rastlanan klarinet ve keman kullanımı da Ermenilerden geldiği söylenir.
d) Çingenelerin Kürt Müziğindeki Yeri
Kürdistan’da diloklardaki davul-zurna çalgıcılarının birçoğu Mıtrıptır (Kürtçede çingenelere verilen isim Mıtrıp’tır). Bazı istisnalar hariç, Kürtlerde bu enstrümanları aşîr, yani aşiret mensubu (asil) Kürtlerin çalması ayıp karşılanır. Buradaki mıtrıplar zaman içinde asimile olup Kürtleşmişlerdir. Sadece Kürtleri değil, Ortadoğu, Balkanlar ve Anadolu’daki bütün halkların müziklerini etkilemişlerdir.

e) Arap Müziği ile EtkileşimCumhuriyetten önce, medreselerde Kuran makamlarının öğrenilmesi için “tilavet” dersleri verilirdi. (Medresa Sor, Doğu Beyazıt Medresesi) Kürdistan’da medreseler ve sufi tarikatlar aynı zamanda Kürt dili ve edebiyatının da yeşerdiği mekânlardı. Temel öğretim dili olan Arapça’nın yanı sıra Farsça ve Kürtçe de eğitim yapılırdı. Silvan, Diyarbakır gibi ortodoks İslam kültürünün hakim olduğu medreselerden farklı bir müfredata sahip olan Hakkari medreselerinden Elî Herîrî [1009-1078], Ehmedê Xanî, Melayê Batêyî [1417-1491], Feqîyê Teyran [1375], Pertev Begê Hekkarî [18. yy] gibi birçok Kürt şairi ve edebiyatçısı çıkmış, burası Kürt edebiyatının yeşerdiği yerlerden bir olmuştur. Özellikle 14. ve 19. yüzyıllar arasında bu bölgede bir çok Kürtçe edebi eser üretilmiştir. Bu medreselerde İslam öğretisini içeren kitapların yanı sıra Ehmedê Xanî’nin Nûbihar’ı; Melayê Batêyî’nin Mewlûd’ü gibi 6 tane Kürtçe eser de okutulurdu. Ayrıca müzik dersleri de [tilavet] verilirdi.
Kuran’da kullanılan makamlar-seyirler Arap menşelidir. Bu makamların Kürt müziği üzerinde etkileri de kaçınılmazdır. Diğer halkların kendi gelenek ve görenekleri çerçevesinde ritim açısından, gırtlak açısından ve diğer duygu-düşüncelerin anlatımı ve müziğe yansıması açısından belirli farklılıklar göstermektedir. Örneğin Arap halkının kullanmış olduğu düyek usulü, yani 8/8’liğin bir şekli olan düyek usülünün Kürt müziğine Araplardan geçtiği söylenir. Yine bir sekizli aralığın eşit olmayan 17 aralığa bölünmesini esas alan sistem Türkler, Farslar, Araplar ve Pakistanlılara kadar bu bölgede birçok halk tarafından kullanılmaktadır. Ayrıca enstrümantasyon ve enstrüman kullanım biçiminde etkilerden bahsedebiliriz. Soran ve Bahdinan bölgesinde ve Bağdat Radyosu kayıtlarında bu etkiye rastlanır.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

0 Havêrkan Aşiret Konfederasyonu | Hoybun'un Kurucu ve Yöneticileri


Milli Kürt Kurultayı’nın aldığı en önemli karar kuşkusuz o günün şartlarında Kürt davasında var olan bütün örgütlerin, siyasi oluşumların birleştirilmesidir. Yukarda isimlerini zikrettiğimiz bütün örgütler kendilerini feshederek bir çatı altında birleştiklerini açıklarlar. Böylece Kurultay aynı zamanda Hoybun’un kuruluş kurultayı olmuştur. Diğer bir ifadeyle 5 Ekim 1927 tarihi Hoybun’un da kuruluş tarihi olmuştur. Doğal olarak kurulan yeni oluşumun ilk yöneticileri de aynı kurultayda seçilmiştir. Bu konuyla da ilgili bazı belirsizlikler olmakla birlikte, bu gün Hoybun’un ilk yöneticileriyle ilgili net bilgilere sahibiz diye biliyoruz.
Araştırmacı yazar Rohat Alakom; Hoybun’nun ilk kuruluş toplantısına katılan Ahmet Abdurahman Ağa’nın anılarına dayanarak Hoybun’nun mer- kez komitesine seçilenlerin bir listesini veriyor. Söz konusu listede şu isimler vardır: Celadet Bedirxan, Memduh Selim Bey, Mehmet Şükrü Sekban, Haco Ağa, Ramanlı Emin, Şeyh Ali Rıza, Mustafa Şahin, Bozan Şahin, Kerim Bey, Tefik Bey, Kamil Bey, Bedrettin Ağa, Liceli Fehmi. Her ne kadar farklı kaynaklar bu listeyi kimi değişikliklerle veriyorlarsa da doğruya en yakın bir liste olduğu söylenebilir. Örgütün Merkez komitesine seçilen bu kişiler kendi aralarında Celadet Bedirxan Beyi de ilk başkan olarak seçerler.
Listede yer alan kişilerin sosyal, toplumsal, kültürel konum ve yapılarının çok renkliliği hemen dikkati çekmektedir. Yüksek tahsilli, bir kaç dil bilen aydınlardan, okuryazar bile olmayan aşiret reisine, öğretmeninden toprak sahibi ağasına, tarikat kökenli şeyhine kadar her kesimden şahsiyetler yer almıştır. Adeta Kürt toplumunun küçültülmüş, daraltılmış bir numunesi gibidir. Oldukça namlı, karizmatik kişiliğin yanında entelektüel, bilge kişilik, oldukça nüfuzlu derebeyi veya tarikat mensubunun yanında, oldukça mütevazı bürokrat, öğretmen kişilik yan yana olmuş, kafa ve gönül birliği yapmıştır. Sosyal, ekonomik, kültürel farklılıklarına rağmen hepsinin ortak bir özelliği de vardır; hepsi Kürt milliyetçisidir. Günahlarıyla sevaplarıyla, tarihe mal olmuş, Kürt davasına büyük katkıları olmuş,  bu uğurda büyük çileler çekmiş, bedeller ödemiş şahsiyetlerin tanınması amacıyla yaşam öykülerinden kısa kesitler vermenin yararlı olacağını düşünüyorum.

Celalet Bedirxan(1893-1951);
Celadet Bedirxan, Kürt özgürlük hareketinin koca çınarı, namlı Bedirxan hanedanın bir üyesidir. Mir Ali Bedirhan’nın oğlu ve son Botan Miri Bedirhan Beyin torunudur. Annesi Çerkez kökenli Senihe Hanımdır. 26.04 1893’te Istanbul’da doğdu.
Kürt özgürlük hareketine, Kürt kültürüne, diline, edebiyatına büyük katkıları olan, Hoybun’un “bilge” tabirini en çok hak eden üyelerinden ve ilk başkanıdır. Avrupa’da eğitim görmüş, batı kültürünü özümsemiş, bir kaç dil bilen siyaset, kültür ve edebiyat adamıdır. Bir yandan özgürlük düşmanlarına karşı mücadele ederken diğer yandan Kürt dili ve edebiyatı üzerinde çalışmalar yapmış, Kurmanci lehçesinin gelişimine katkılar sağlamıştır. Şam’da Kürt yayıncılığında çok önemli bir yeri olan ve ‘Kürt Ansiklopedisi’ olarak nitelendirilen, Hawar dergisinin sahibi ve editörüdür. Denilebilir ki Kürt özgürlük mücadelesinin her alanında mücadele etmiştir. O büyük hanedanın varisi, bu uğurda çekmedik çile kalmamıştır desek yeridir. Son dönemlerinde içine düştüğü ekonomik sıkıntıları gidermek için çiftçiliğe başlar. Ancak ektiği tarlanın su ihtiyacını karşılamak için kazdığı kuyuya düşerek boğulmuştur. Mehmet Uzun’un Kader Kuyusu romanı, Celadet ve ailesinin yaşam öyküsünü konu almıştır.

Memduh Selim Bey (1880-1976);
Kürt coğrafyasının yetiştirdiği en büyük aydınlardan biridir. Aslen Vanlı dır. Birçok kaynakta Hoybun örgütünün kuruluş düşüncesini ortaya atan ve öncülüğünü yapan kişi olarak kabul edilmektedir. Felsefe ve siyaset tahsili görmüş. Antakya’da felsefe öğretmenliği yapmış. Günümüz Türkiye’sinin önemli simalarından Cemil Meriç, Avukat Halit Çelenk, Sendikacı Kemal Sülker onun öğrencileridir.[1] Hoybun’dan önce birçok örgütsel faaliyette bulunmuştur. Rojî Kurd(1913) ve Jîn (1918) dergilerinin yayınlanmasında rol oynamış ve yazarlığını yapmıştır. Teşkilat-ı Iştimaiye, Kürt Milli Fırkası adıyla kurulan cemiyetlerin kuruluş ve yönetimlerinde yer almıştır. Hoybun Merkez Komitesinde görev aldı, aynı zamanda Antakya şubesinin de kurcu ve yöneticiliğini yaptı. “Buradaki Türkler kendisini Türkiye karşıtı etkinliklerinden dolayı döverler”[2]
Naci Kutlay, modern ve gösterişten uzak bir Kürt aydını olarak nitelendirdiği Memduh Selim Beyle ilgili şunları yazar: “Hoybun-Xoybûn- örgütü’nde, Bedirhani kardeşlerden Celadet ve Kamuran Bey’ler ile Cemil Paşazade’lerin isimleri çok geçer. Bu arada öğreniyoruz, sessiz ve gösteriş- ten uzak bir kişiliği olan Memduh Selim’in büyük emekleri geçmiş.”[3] Oldukça zengin bir kitaplığa sahipmiş. Kürt devrimcisi Necmettin Büyükkaya anılarında “O’nun kitaplığını almak istedim. Ancak hanımı umduğum gibi çıkmadı. Dört bin Suriye lirası ödemek istedim. Kabul etmedi. Kitapların bir bölümünü alıkoyup diğerlerini vermek istedi. Kabul etmeyip geri döndüm.”[4] diye yazar.
Mehmet Uzun’un Yitik Bir Aşkın Gölgesinde( Ber Siya Evinê) adlı romanı, Memduh Beyin yaşamını konu etmiştir.

Dr. Mehmet Şükrü Sekban (1881-1960);
Ergani doğumludur. Hoybun’un aydın kadrolarındandır. Ilk kuruluş kongresini o yönetti. Hoybun’dan önce kurulan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti, Kürt Talebe Hêvî Cemiyetî (1912), Kürdistan Tealî Cemiyeti’nin (1918) kurcuları arasında yer almış, bu örgütlerde aktif çalışmıştır. Uluslar arası platformlarda, Milletler Cemiyeti nezdinde Kürt ulusal haklarını hararetle savunmuştur. Hoybun’un Bağdat Şubesi başkanlığını yapmıştır.
Daha sonraları arkadaşlarıyla fikir ayrılığına düştüğü ve onlardan ayrıldığı bilinmektedir. Yayınladığı (1933) Kürt Sorunu adlı esrindeki düşüncele- rinden dolayı Hoybun’daki arkadaşlarına tamamen ters düşmüş ve yollarını ayırmıştır. Paris’te Fransızca olarak La Question Kurde yayınlanan bu eserde daha önce savunduğu düşüncelerinin aksine; Kürtlerin ana vatanın Orta Asya olduğunu, Turanî bir kavim olduğunu, “antropolojik bakımdan, saf Türk olan Türkmen ile Kürd’ü ayırt etmenin güç olduğunu.. Türkiye’den ayrı bir Kürdistan’ın yaşamasının mümkün olamayacağını” savunmuştur.[5]

Ramanlı Emin (Eminê Perîxanê);
Ramanlı Emin, Batman yöresinde büyük bir aşiret olan Raman aşiretinin lideridir. Kürtlerde sık rastlanan güçlü kadın tiplerinden biri olan annesi Perihan Hanım’dan dolayı Eminê Perîxanê diye anılır. Perîxan Hanım,  kocasının öldürülmesinden sonra Kürt geleneklerine uyularak kocasının kardeşiyle evlendirilir. Güçlü kişiliğiyle aşirete liderlik eder. Bir ara tu- tuklanır ve Diyarbakır cezaevinde yatar. Beş erkek çocuğu vardı. Her beş çocuğu devlet tarafından öldürülmüştür.
Emînê Perîxanê, 1925 başkaldırısında “devlet güçlerinin yanında yer alır.”[6] Ancak devletle işbirliği yapan birçok Kürt gibi o da yaranamaz ve isyan sona erdikten sonra devletin yaptırımlarına hedef olur. Sürgüne gönderilmeye çalışılırken bir yolunu bulur ve Suriye’ye kaçar. Burada milliyetçi Kürt hareketine katılır, Hoybun’un kuruculuğunu yapar. 1928’de çıkartılan afla Türkiye’ye döner. Dönüşüyle ilgili ilginç, ilginç olduğu kadar ibret verici bir hikâye anlatılır.
Derler ki aftan yararlanmak için yurda dönüş kararı verince Suriye’deki dostlarıyla vedalaşmaya başlar. Bu arada Haco ile de vedalaşmak için konağına gelir. Haco, ‘Emin duydum ki aftan yararlanmaya karar vermişsin, doğru mu?’ Emin’in ‘Evet, seninle vedalaşmaya geldim’ demesi üzerine Haco, konakta bulunanlara dönerek ‘haydin Emin’in ruhuna bir fatiha okuyalım.’ der.  Emin, ‘Haco ben daha hayttayım, ölmedim, neden fatiha okuyorsun?’ diye sorar. Bunun üzerine Haco, ‘Emin sen Türklerin sözlerine güvenerek yurda dönüyorsun ve adım gibi biliyorum ki seni öldürecekler ama biz senin taziyene gelemeyeceğiz. Bunu için şimdiden fatihanı okuyorum.’ der.
Emin Haco’nun bu uyarılarına kulak asmaz ve aftan yararlanarak Türk yetkililerine teslim olur. Teslim olmakla kalmaz, bir kez daha devlete yaranmaya çalışır; Kuruculuğunu yaptığı Hoybun ve birlikte çalıştığı, arkadaşlarının örgütsel sırlarını en ince detaylarına kadar devlete anlatır.  Bununla da yetinmemiştir, öz kardeşi Evdila’yı ve arkadaşlarını ihbar ederek devlet güçlerine öldürtür. Artık devlete iyi hizmet ettiğine inanıyor ve oldukça rahat görünmektedir. Ancak yanıldığının farkına bile varmadan uğrunda halkına ihanet ettiği, kardeşini öldürttüğü devlet, tarafından öldürü- lür. Dramatik değil ama ibret verici ölüm şeklini Cegerxwin anlatıyor:
Bir çavuş ve birkaç jandarma (Emin’inin N.C) evine gelerek, ‘komutanımız seni istiyor’ diyerek yalnız ve silahsız olarak evden alırlar. Yolda üzerinde bir dereyi geçerken onu yakalayıp ısız bir harabe olan Erzen harabelerine götürürler ve orada öldürürler. Sonrada bir el silah sıkarak ‘Emin’in oğlu Şükrü yolumuzu kesti ve babasını öldürdü.’ Diyerek hem babayı öldürdüler hem de oğlunun fermanını çkarttılar. Çaresiz kalan Şükrü Suriye Kürtlerinin yanına sığındı.”[7]

Ali Rıza;
Şeyh Sait’in oğludur. Isyan sonrası kardeşi Selahattin’le Irak’a geçer. Daha sonra Suriye’ye geçerek Hoybun’un kuruluş çalışmalarına katılır ve merkez yönetime seçilir. Ancak bir süre sonra örgüt içinde fikir ayrılığına düşer. Aşırı ümmetçi fikirlere sahip olduğu söylenir. Bu yelpazede örgüt içinde anlaşmazlığa düşer ve bir süre sonrada ayrılır. 1928 de çıkartılan aftan yararlanarak Türkiye ye geçer.

Liceli Fehmi (Fehmiyê Licî) ya da Fehmi Bilal (1887-1967);
Örgütün aydın kadrolarındandır. 1925 Hareketi liderlerindendir. Şeyh Sait’in en yakın arkadaşlarından ve sekreteriydi. Özel mektupları dâhil her türlü yazışma işlerini yapmıştır. Hareketin başarısızlığindan sonrası Suriye ye göçmüştür. Bir müddet Fransa’da yaşamıştır.
Ilginç ve renkli bir kişiliktir. Kendi tabiriyle ‘halk arasında farmason, dinsiz ve Allah tanımaz’(Naci Kutlay) olarak tanınır. Cegerxwin onunla ilgili bir anısında şöyle diyor: “Fehmi efendi ile Ali Rıza Efendi (Şeyh Sait’in oğlu N.C) sık sık tartışırlar… Fehmi Efendi (Ali Rıza’ya N.C) ‘zaten baban ve babanın bu sofuluğu evimizi yıkmadı mı? Uçaklar üzerimize geldiğinde baban, kalkın birlikte namazımızı kılalım diyor ve Ömerê Faro’nun dediklerine inanıyordu.”[8]
Liceli Fehmi Hoybun içinde Bedirxanilerle fikir ayrılığına düşer.
Bu ayrılığı en çok Hoybun’un Ermenilerle ilişkileri konusunda olmuştur. Fehmi örgütün Ermenilerle kurduğu ittifak ve yakınlığa karşı çıkmıştır. Bu nedenle Celadet Bedirxan Beyle çok sert tartışmalar yapmıştır. Bu tartışmaların birini Naci Kutlay Diyarbakır Umum Müfettişi Ibrahim Tali’nin yerel bir gazeteye verdiği bir açıklamadan aktarır;
“Hoybun toplantısında da Lice’li Fehmi, Hoybun ve Taşnak örgütlerinin anlaştıkları haritaya karşı çıkarak Celadet Bey’e bağırdı: ‘Beyim iki Ermenistan arasındaki Kürdistan, iki tırnak arasında kalan bit gibidir…’
Celadet Bey: Oğlum Fehmi, bana karşı konuşan sen değilsin…’
Liceli Fehmi: Beyim sana saygılıyım, ama Kürdistan söz konusu olduğunda, yalnız(sana N.C) karşı değil, Allaha da karşı çıkarım…”
Bunun üzerine toplantıda kavga olur, Fehmi Efendinin başı kırılır ve sonunda toplantı dağılır.
Ingiliz kontrolünde bulunan Irak’ta Bahdinan’da bir okul açar ve bu okulda Kürtçe dersler verir. Öğrencileri için Kürtçe öyküler yazdı. Fransızcadan şiir ve öyküler çevirdi. (yage)
1928 Affı’ndan yararlanarak Türkiye’ye döndü. Burdur’a sürgün edildi. Son dönemlerini büyük maddi ve manevi sıkıntılar içinde geçirdi. Ölene kadar Kürt davasına hizmet etti. Kürtlüğe bağlılığını şu tabirle dile getiriyordu: “Fenafil Kurd” Anlamı; (yên kû xwe jı kurditiyê re kirîye nok, bo kurda gor bûye) Kürtlük için ölen, Kürtlük için yok olan kimsedir (yage)

Bozan Şahin(1895-1968);
Barazi aşiretinin liderlerindendir. M. Kemal’in kurduğu I. TBMM de milletvekiliydi. (1920) yine M. Kemalin Başlattığı harekete katılmış ve Yunanlara karşı savaşmış. Savaştan sonra Kürtçülük eğilimleri nedeniyle baskılara maruz kaldı ve Suriye’ye geçmek zorunda kaldı.

Mustafa Şahin(?- 1953);
Barazi aşiretinin ileri gelenlerindendir. Suriye parlamentosunda milletvekilliği yaptı. Diplomat özelliğiyle tanınır. Hoybun’daki iç hizipleşmelerde uzlaştırıcı ve yapıcı özelliğiyle tanınır.
Hoybûn’un kurucu üyeleri ve ilk merkez komitesinde yer alan bu kişilerin bir kısmı daha sonra çeşitli nedenlerle ayrılırken, diğer yandan yeni katılımlarda olmuştur. Ancak burada bizi en çok ilgilendiren, araştırma konumuzun kahramanı olan Haco Ağadır.

Hoybun’nun Kurucularından, Haco Ağa:
Yukarda Rohat Alakom’dan aldığımız listede görüldüğü gibi hikâyemizin asıl kahramanı olan Haco Ağa da Hoybun’un kurucularından ve ilk merkez komite üyesidir. Örgütün geleneksel aşiret güçlerinin en önemli temsilcilerindendir. “Bilinen yollardan (binicilik, kan davası gütme ve devletle iyi ilişkiler sürdürme) politik olarak güçlenmesinin yanı sıra, Haco’nun etkisini artırabileceği bir üçüncü yol daha vardı: Bu da Kürt milliyetçisi olmasıdır. Hoybun Kürt cemaatinin önde gelen üyelerinden biri oldu.”[9]
Kuruluş kurultayının toplanması için en çok çaba harcayanların başında gelir. Örgütün kuruluşunda ve daha sonraki süreçte bütün etkinliklerinde yer almıştır. Örgüte verdiği önemi ve beklentilerini kurultayda yaptığı ko- nuşmada şöyle dile getiriyordu:
“Hoybun partisinin varlığı, varlığımızın, var olduğumuzun kanıtıdır. Bir çok hata yaptık. Düşmanda bu hatalarımızdan yararlandı. Galip devletler, özellikle Ingiltere ile Fransa, Cihan Savaşı’nın sorumluları ülkemizi parçaladı, belimizi kırdı. Davamız büyük. Hoybun bu davanın gerçek takipçisi olmalı.”[10]
Kurultay oturumları süresince üyelerinin ihtiyaçlarının giderilmesi için bütün imkânlarını seferber etmiştir. Kurultayın güvenliğini sağlayan yine ona bağlı Hvêrkanlı silahlı güçlerdi. Gücünü kaybettiği, dağılmaya yüz tuttuğu dönemde toparlanması ve yaşatılması için de en büyük çaba sarf edenlerin başında gelir. Hoybun’un oldukça uzun bir süre ayakta kalmasında Haco’nun ve Havêrkan güçlerinin bu çaba ve desteğinin büyük katkısı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Denilebilir ki Haco, ailesinin bütün imkânlarını örgütün hizmetine sokmuştur. O dönemi yaşayan birçok şahsiyet anılarında bu duruma değinmiştir. Kendisiyle birlikte üç oğlu; Hasan, Cemil ve Çaçan fiilen örgüt saflarında militanca çalışmıştır. Evlerini adeta örgüt’ün birer karargâhı olarak kullanmışlardır. Hevêrkan’da o günleri hatırlayan konuştuğumuz görüştüğü-müz, birçok şahsiyet; “Hacoların bütün evleri, hiçbir zaman konuksuz kalmazdı. Onlarca, yüzlerce konuk, yer içer, yatardı.  Kazanlar 24 saat kaynar, onlarca yüzlerce kişi sürekli yemek taşır, koşuşturur, hizmet verirdi.” Diye belirtiyordu. Bu kişilerden biri aynen şunları söyliyordu: “Binxet’e (Hevêrkan’da, TC’nin Suriye ile olan sınırının güneyine Binxet, kuzeyine Serxet denilmektedir.) geçip de Hacoların yemeğini yemeyen yok gibidir.”
Haco’nun Hoybun içindeki en önemli hizmeti Cezire’de Kürt milli- yetçiliğinin yayılması için yaptığı yoğun çalışmalar ve 1930’lardan itibaren ciddi bir etkinlik arz eden Kürt kültür hareketine yaptığı katkılardır diyebiliriz. Fransızlar Cezire’ye girdikleri yıllarda(1920), Kürtler arasında gözle görülür bir milli uyanış veya etkinlikten söz etmek oldukça zordur. Hatta yer yer gelişen Arap milliyetçiliğine entegre olduğu da söylenebilir. Kürtler arasında ümmetçi eğilimler oldukça güçlüydü ve kolayca Arapların, Türklerin yaydığı bu doğrultudaki propagandalara, “gâvura karşı Islam Kardeşliği” gibi pan-islamcı söylemlerin etkisinde kalıyorlardı. Birçok Kürt aşireti bu nedenle Arapların yanında Fransızlara karşı savaşmıştır. Işte Hoybun’un önündeki en önemli sorun, yaymaya çalıştığı modern milliyetçi fikirleri, irili ufaklı birçok aşirete bölünmüş, pan-îslamcı fikirlerin etkisinde, aşiretsel-yerel sorunlarla boğuşan ve ötesini göremeyen Kürt toplumuna ve liderlerine kavratmaktı. Ama bu fikirler “büyük ölçüde batının liberal düşüncesinden yoğun olarak etkilenen entelektüel çevrelerden geliyordu.” Dolaysıyla “kendi aşiretleri, köyleri ve aşirete ilişkin konularla sınırlı bir ufuka sahip aşiret mensupları tarafından kolayıca anlaşılamıyordu.” Bu da, “Hoybun’un milliyetçi mesajlarını daha yerel konulara uygun hale getirilmesi gerekiyordu.” Örgütün bu açmazı büyük çapta Haco Ağa ve diğer milliyetçi duygular taşıyan aşiret liderlerinin katkısıyla aşılmıştır. “1927’den itibaren örgütün aşiret propagandası, Hvêrkan Aşiret Konfederasyonu’ndan Haco Ağa ile Mustafa ve Bozan Ibn Şahin Beg Berazi tarafından koordine edildi… Haco Ağa Hoybun’un Haseke şubesinin bir üyesiydi. Bunun dışında, Kuzey Suriye’deki Berazi aşiretinin reisi Şahin Bey Berazi’nin oğulları Mustafa ve Bozan’ın ise Hoybun’un Halep koluna üye” idiler. “Bu aşiret reisleri, aşiretleri ziyaret ederek veya aşiret reisleriyle görüşerek, kişisel propaganda faaliyetlerine girişmişlerdi. Örneğin, Haco Ağa Türkiye topraklarında yer alan Nusaybin, Mardin, Midyat çevresinde ve Irak Ceziresi’nde yaşayan Kürtler arasında etkin bir konumdaydı ve Bağdat’ta sürgünde bulunan çok sayıda Kürt milliyetçisiyle çok kereler görüşmüştü.”[11]
Görüldüğü gibi Haco, Mala Osman Hanedanı’nın yüz yıllardır devam eden ulusalcı geleneğini Hoybun’un batılı, modern anlayışıyla sentezleyerek sürdürmüştür. Örgütün batı kültürünü almış aydın kadrolarının modern milliyetçi söylemlerini başta Havêrkan ve Cezire Kürdistanı’nın en ücra birimlerine, Kürdistan’ın diğer parçalarına ulaşmasını sağlamıştır.
Haco Örgütün Aydın kadroları, özellikle Bedirxan Kardeşlerin Hawar etrafında başlattıkları kültürel etkinliklerine faal olarak katılmış, çok yönlü bir katkı sağlamıştır. Bazil Nikitin, Kürt milli mücadelesinde çok önemli bir yeri olan bu hareket ve Haco’nun harekete katkılarına dikkat çekerek şunları yazıyordu:
“Bu kültür hareketini başlatanlar, Türkiye’de Haco Ağa direnişine katıldıktan sonra Şam’a ( Kürt Mahallesi) yerleşen Emir Celadet Bedirhan ile onun Beyrut’ta oturan kardeşi Kamuran Ali Bedirhan olmuştur. Hereketin başlıca organı da Kürtçe ve Fransızca olarak yayımlanan… Hawar(Çağrı) dergisi’ydi. Yalnız Suriye’den değil, Irak’tan, Ürdün’den de birçok Kürt aydını bu esere katkıda bulunmuştur. Hevindê Sorî, Elî Seydo gibi profesörler, Doktor Ehmed nafiz gibi hekimler, Cegerxwîn Kurdî, Evdilhalik Esîrî, Qedrîcan, Ehmed Botî gibi şairler de bu arada sayılabilir. Daha dikkate değer bir olayda; çok sayıda aşiret ya da fraksiyon reisinin de harekete katılmış olmasıdır: Haco Ağa (Havêrkî’ye) ve oğlu Cemil Ağa; Mustafa Şahin (Alaeddin) ve oğlu Şahin, Evdirrehman Fafzî(Botan), Ehmed Melîk(Alaeddin),vb.”[12]
Haco Ağa, hazırlanan gazete, bildiri, kitap vb. yayınları başta Havêrkan’da, Cezire’deki diğer Kürt aşiretleri arasında, Kürdistan’ın diğer parçalarında dağıtımını üstlenmiş, Milliyetçi söylemin yayılmasını sağlamıştır. Hasekê’deki evine gelen her misafire Kürtçe kitap, gazete hediye etme bir gelenek haline gelmişti. Kürt Prensi Celadet Bedirxan tarafından çıkartılan aylık edebiyat ve fikir dergisi olan Hawar’ın basılması ve dağıtılmasında büyük hizmetleri olmuştur. Hawar Kitaplığı bünyesinde birçok Kürtçe kitap, broşür, dergi ve gazetenin basılıp yayınlanmasını sağlamış, bizzat yayıncılığını üstlenmiştir. Haco’nun yayıncılığı ve dağıtımını üstlendiği bu yayınlardan en önemlilerinden biri, ünlü Kürdolog ve tarihçi Bazil Nikitin’in “Kürt Meselesi” konulu makalesi ile mektubudur. Haco, sadece yayıncı kimliğiyle değil, yazar kimliğiyle de Kürt davasına hizmet vermeye çalıştığını görüyoruz. Aşağıda Kürtçe ve Türkçesini aktardığımız ve Hawar’ın 15. sayısında (1933) Ağa, Şeyh ve Entelektüeller başlıklı bir makalesinde Kürtlerin siyasal, sosyal sorunlarıyla ilgili belirlemelerde bulu- nuyor, çözümler öneriyor.
“Makale, bazı aşiret reislerini, Kürtçe eğitimin önemi ve yaygınlaşması gerektiği konusunda ikna edici olmuştur.  Böylece, bölge ağalarının himayesinde bulunan ve din ilimleri ve Klasik Kürt edebiyatı konularının Kürt dilinde öğretildiği özel Kur’an kursları açılmıştı. Kendi kuşağının en etkili aşiret reisi olan Haco Ağa, Hasekê’deki karargahına kendini ziyarete gelen kişilere Kürtçe kitaplar hediye etmiş ve Kürtçenin öğrenimini sonuna kadar desteklemiştir.”[13]
Yine Haco’nun oğlu Cemil Haco, “Kurmanc Qenc in lê Nezan in(Kürtler iyidir ancak bilinçsizdirler)” başlıklı makalesi Hawar’ın 7. Sayısında yayınlandı. Kürtçenin dışında başka bir dil bilmeyen ve o günün Suriye şartlarında aldığı Kürtçe eğitimin sonucunda ana diliyle okuma ve yazmayı öğrenip makale yazması ve bu konudaki gayretkeşliği Celadet Bedirxan’ın övgüsüne mahzar olmuştur. Cemil Haco, Makalesinde bilgisizlik ve cahilliğin Kürtlere verdiği zararları dile getiriyor.
1928 de Suriye parlamentosuna giren Haco diğer Kürt milletvekilleriyle birlikte Kürt bölgesinde Kürtçenin resmi dil olarak tanınmasını ve Kürtçe eğitimin yaygınlaştırılması için önlemlerin alınmasını talep eder. Fransız manda yönetimi bu talebi resmen kabul etmediyse de kesin olarak reddetmedi. Gayrı resmi söylemde oldukça esnek ve müsamahakâr davrandılar. Bunun üzerine Cezirede Kürtçe eğitim veren birçok okul ve kurs açtırdı. Ikamet yeri olan Hasekê’de Latin Alfabesi’yle eğitim veren bir okul açtı. Kürtler arasında sosyal dayanışma ve yardımlaşmayı sağlamak, Kürt gençlerinin ana dilleriyle eğitim imkânı yaratmak, Kürtçe kitaplar yayınlamak amacıyla yörede birçok hayır cemiyeti ve Kürt kulübünün kurulmasına ön ayak oldu. Büyük ozan Cegerxwîn’nin de katkılarıyla kurulan cemiyetlerin bazıları şunlardır: Hayır Cemiyeti(Civata Xêrê), Büyük Hayır Cemiyeti(Civata Xêrê Ya Mezin), Fransız Dostları Cemiyeti, Kürt gençlik derneği (Ciwankurd).  Haco bu yoğun çalışma temposu içindeyken, Hasekê’ deki evinin önünde Kürt bayrağını astırmayı da ihmal etmiyordu.
Cezirede bu çalışmalar sürdürülürken diğer yandan Kürdistan’ın diğer parçalarındaki yurtsever kişi ya da örgütlerle ilişkiler geliştiriliyor, sürekli, haberleşiyordu. Bu çalışmalar sırasında aşiretler arası çekişmelerin, dini saplantıların bırakılması gerektiğini, “aşiretler arsı ayrılıkları ‘Türklerden sonra ikinci büyük kötülük olarak’ telakki ediliyor; aşiret bağları ise aşiret reislerinin kişisel çıkarlarının bir ifadesi olarak…”[14] nitelendiriyor ve milliyetçi söylemi ön plana çıkartıyordu. Güney Kürdistan’daki Kürt ileri gelenlerine gönderilen ve aşağıya aktardığımız uzun mektubun altında onun da imzası vardır:

“Gönderilen Adres:
Sancak’tan Musul’a, Revanduz’lu Amin Beylere.

Değerli Kürt Konseyi, Milletin Değerli Dostları,
Tarihsiz bildirileriniz “bilinen kişiden” alınmıştır. Göstermiş olduğunuz yakın ilgiye memnun kaldık.
Her ne kadar oluşturulan Kürt konseyleri ve aydın kişiler birbirlerini anlamaktaysa da, Türk kışkırtmalarının ve kendi aramızdaki kıskançlığın sebep olduğu aşiretler arası ayrılıklar şu ana kadar umutlarımızın önünde engel olmuş ve bizi esirliğe sürüklemiştir.
Amacı milletin yükselmesi olan Erzurumlu Halit Bey, örgütünün Diyarbekir’de bir şubesi olmasına rağmen (çeşitli) sebeplerle aşiretler arasındaki ciddi bir çalışma yapmadı. Şey Sait isyanı sırasında da benzer kişisel çatışmalar sebebiyle hareketle birleşemedi ve sonuçta Türkleri dışarı atamadık.
Devletin niyeti, Kürt halkına boyun eğdirmek ve sonrada bunları Türkleştirmektir.  Bu çocuklarımız tarafından bile iyice anlaşılmıştır. Önceki durumumuzdan dolayı pişman olmuş ve şimdi kendi aramızda ilişkiler kurmuşuzdur.
Şu ana kadar Türklere kayıplar verdirilmiş ve hala verdirmeye devam etmekteyiz. Nusaybin ve Cizre arasındaki tüm telgraf hatları kesiktir. (…) Tay, Jawala ve Şamar gibi komşu Arap aşiretleriyle ilişkilerimiz iyidir. Onların bize yardım etmeleri olasıdır.
Şu anda sınırın yarım saat güneyinde Sancak’ta Aşitan Kürtleri arasındayız. Şataslar olarak şu anda oluşturulan güç, 500 kişidir. Gerektiğinde bu sayı 1000’e çıkartılacaktır.
Ömerkan aşiretinden Ahmed El Süleyman da göç etmiş ve güneye gelmiştir; bulunduğumuz yerden 6 saat uzaklıktaki Nagara’dadır. Gerektiğinde 1000 kişiye çıkartabilmek üzere 500 adamı vardır. Derevari köyü reisleri Tıfo ve Nuri’nin kuvveti -gerektiğinde 100 kişiye çıkarılabilir- 50 adamdır. Ömerkan aşireti (Sor Bölgesi) reisleri Ali Ibn Ahmet ve Yusuf Ibn Osman’ın şu anda Amudê’deki kuvveti 50-100 adamdır. Şu anda Kahramaniyan’da bulunan Dumbulan aşiretinden Hüseyin Sadun’un kuvveti 100-200 adamdır. Şu anda Kaşhanlar’ın arasında olan Sinıkan, Reşkotan  ve Bekıran aşiretlerinden Temo, Rızo, ve Hasan’ın kuvvetleri 1000-1500 kişi kadardır.. Hepsi uygun bir fırsatı beklemektedirler.
Rasulyan’daki Mılli’li Mahmut Ibn Ibrahim Paşa ile birlikte gerektiğinde 5000’e çıkarılmak üzere 3000 adam hazırdır.
Karakeçili aşiretinden Abdülkadir Bey Ibn Darala Bey’in 1000-2000 adamı vardır. Kendisi şu anda Ibrahim Paşanın oğullarıyla iyi ilişkiler içerisindedir.
(…)
Bitlis vilayetinden Mela Şerif(Mala Şerif olmalı N.C), Mela Şêho(Mala Şêxo olmalı N.C) ve Bedri’nin aşiretleri isyan halindedir ve yaklaşık bir yıldır Türklerle çarpışmaktadırlar.
Palu çevresinde Çîta Spî eteklerinde Şey Sait’in kardeşleri Şey Tahir ve Şey Abdürrahim, 500 Zaza Kürd’ün başında savunma pozisyonu almışlardır.
Yakınlarda Dersim’den Musul’a geçmiş bulunan Lolan Aşiret Reisi Doktor Ahmet Sabri Beyden alınan bir mektuptan bu bölgedeki aşiretlerin ayaklanmış oldukları anlaşılmaktadır.
Sizden ne tür yardım bekleyebiliriz? Ülkenin kuzeyinde uyanmış ve kollamayan tek bir kişi yoktur. Türkleri hiçbir zaman kendi hallerine bırakmayacağız. Allaha şükür ki içerde ve dışarıda binlerce savaşçıya sahibiz. Fakat nerede bizim aydınlarımız? Şu an için tek umduğumuz, cephane, bir veya iki top ve subaylarıyla birlikte iki makinalı tüfekle bize gelmenizdir. Allahın yardımıyla buluşma kolayca gerçekleştirilecektir. Ülke-mizi kısa bir süre içinde Türklerden temizlemeye muvaffak olacağız.
Siyasetteki değişikliklere ilişkin ve aynı zamanda doğu aşiretleri, Simko Ağa, Şeyh Ubeydulah’in oğlu Seyit Taha,  Barzan ve Botan aşiretleri hakkında bilgi istiyoruz. Hem lehimizdeki hem de aleyhimizdeki haberleri iletin. Şu ana kadar Fransızlardan hiçbir düşmanlık görülmemiştir.
Hala oturmanın bizim için hiçbir yararı yoktur. Gece gündüz çalışmak zorundayız. Propaganda işi için gerekli bildiri ve gazete gönderin. Sizden gelen mektup ve bildirilerin bizce bilinen mühürle mühürlenmiş olması gerekmektedir.
Sonuç olarak saygılarımızı kabul ediniz.
Hararetle cevabınızı bekliyoruz.

Imzalar:
Haco: Havêrki Aşiret Reisi( Nusaybin Kazası, Badebli Köyü)
Muhammed Emin: Raman Aşiret reisi (Diyarbakır, Beşiri kazası)
Bedrettin: Habızbıni Aşiret Reisi( Midyat Kazası)
Muhammad: Habısbıni Aşiret Reisi: Midyat Kazası)
Ibrahim: Habısbıni Aşiret Reisi( Midyat kazası)
Ismail Hakkı: Hassari Aşiret Reisi
Mehdi “

Içe dönük, Kürtler arasında bu çalışmaları sürdürürken diğer yandan Fransız manda yönetimi ve bölgedeki Hıristiyanlarla dostluk ilişkilerini geliştirmesi, aşiretsel ya da dinsel hedeflerden çok milli hedeflere yönelmesi Kürtlerin olaylara bakışında değişimler yaşandığının işaretiydi. Bu değişimden rahatsız olan Arap Milliyetçileri ve yörede palazlanan bir çok yobaz şeyh “Önemli olan Fransızların buradan kovulmasıdır. Kürtler ve Araplar iki Müslüman halktır. Kürtler gelsinler Arap kardeşleriyle birleşip bir millet olsunlar. Hepimiz Müslümansız. Kürt veya Arap ne fark eder?.. Ancak Haco Ağa’nın takımı Müslüman değildir. Onlar gâvurla çalışıp Müslümanların düşmanlığını yapıyor.”(Cegerxwîn) diyorlardı. Haco’nun Fransız yanlısı çalışmalardan rahatsız olan sadece Arap milliyetçileri değildi; Hoybun’un en etkin kadrolarından Cemilpaşazadeler ve daha birçok Kürt, Araplar gibi düşünmekteydi.  Hesen Hişyar  bu gelişmelere değinerek şöyle diyordu:
“1937’de Fransa ‘Kürtleri ve Hıristiyanları (Süryanileri) Araplara karşı ayaklandırmak istedi. Biz mülteciler, Xweybun (Hoybun) üyeleri bir toplantı yaptık. Orada iki grup olduk. Kadri Bey, Ekrem Bey, Hemze Efendi, Evdurehman Ağa ben ve Dêrika Çiyayê Mazî’den Reşid, ‘Araplar haklıdır, biz Fransa’nın haksızlığına destek olmayız’ dedik. Fakat Haco Ağa, diğer bazı ağalar ve Cegerxwîn, Hıristiyanlarla birlikte Fransa’yı desteklediler. Halkı bütünüyle Kürt olan Amudê şehri baştanbaşa yakıldı. Kadri Bey ve Ekrem Bey’i yakalayıp Tütmür’e sürdüler. Biz geriye kalanlar saklandık.”[15]
Ama buna karşılık Haco Ağa’nın takımı(!) ve Hoybun’nun milliyetçi kadroları, “Biz Kürdüz. Atacağımız her adım, yapacağımız her şey Kürtlerin çıkarına olmalı. Salt dini nedenlerle Araplarla birlik olmak cahilliktir; daha da ötesi Kürt düşmanlığıdır. Kürt yurtseverliğinden bihaber olmaktır.”[16] di-yerek tamamen milli hedeflere yönelik söylemler geliştiriyor, Kürtlerin bilinçlenmesine çalışıyor, Arapların aldatıcı ve özünde Arap milliyetçiliğine hizmet eden Islamcı propagandalarını etkisizleştirmeye çalışıyorduk. Bu eksende devam ettirilen çalışmalar 1936 yılında Kürt-Hıristiyan ittifakıyla sonuçlandı.  Ittifak; Haco, Milli Aşiret Konfederasyonun lideri Mahmud Bey ve Cezire Hıristiyanlarının Komutanı vasfıyla Michel Dome Tarafından imzalanmıştı. Ittifak’ın amacı Cezire’de Kürt ve Hıristiyan koalisyonuna dayalı, tarafların karşılıklı hak ve özgürlüklerini güvence altına alan, Fransız hima- yesi altında otonom bir Kürt yönetiminin oluşmasını sağlamaktı. Haco ve Hıristiyan liderler, bunun için uğraşıyor, Fransız yetkililerin nezdinde bu amaçla girişimlerde bulunuyorlardı. Fransızlar bu istemlere oldukça olumlu yaklaşıyor ve “Kürtlerin bağımsızlığını uluslararası düzeyde gündemleştireceklerine” dair sözler veriyorlardı. Haco Aynı talepleri içeren bir mektubu yine Fransızların aracılığıyla Birleşmiş Milletlere gönderdi. Cegerxwin anlatıyor:
“Bir süre sonra bir kısım Kürt ve Hıristiyan, isteklerini içeren bir mektupla Birleşmiş Milletlere başvurdu. Haco Ağa beni çağırdı, mektubu tercüme ettirdi, ‘bunu iyi oku, görüşünü bana bildir’ dedi. Okuduktan sonra Ağa’ya ‘çok iyi, yalnız eksik olan bir yönü var’ dedim. Kuracağınız devletin dilini belirtmemişsiniz. Devletin dili Kürtçe olmalı ve bunda ısrar etmeliyiz ki gelecekte ulusal kimlikte yanılmayalım. O zaman sen veya Meternhibê (Hıristiyanların Lideri) cumhurbaşkanı olsanız da kimlik Kürt’tür. Eğer dil Kürtçe olmazsa ilerde Süryaniler devleti kendi dinsel kimliğine çevirebilirler. Herkes milletinin ağasını ve büyüğünü tanımaz mı?’ (Bunun üzerine N.C ) Haco Ağa yeniden Fransızca bir sayfa yazdırdı. Ve mektuba ekledi. Hıristiyanların temsilcilerine yeniden imzalatıp mektuba ekleyip gönderdi. Cevap Haco Ağa’nın adına kısa sürede geldi: ‘Istekleriniz elimize ulaşmış bulunuyor. Şimdilik değerlendirme aşamasındadır. Yakın bir zamanda talebinizin yerine getirileceğini umut ediyoruz.”[17]

Haco’nun bu faaliyetleri zaman zaman Türk basınına da yansıyordu. Cumhuriyet gazetesi’nin 02.01.1933 tarihli baskısında şu haber vardı:
“Adana (Hususi)- Kaddur Bey, Haço (Haco) Ağa ve Cemil Paşazadelerden Şam’da oturan birkaç kişi ve bazı Süryani ve Ermeniler, geçenlerde Şam’da toplanarak Mahut Bedirhanilerin de iştirakiyle kendi aralarında uzun uzadıya müzakere ve münakaşada bulunmuşlar ve neticede şu kararı vermişlerdir.
Suriyeden tamamiyle ayrı, müstakil bir El-Cezire Hükümeti Kurmak!”[18]

Amudê Olayları:
Ne var ki alınan kararlar ve bu çabalar hemen yaşama geçirilemiyor, istenilen sonuçların alınması öyle kolay olmuyordu.  Gerek Cezire’de gerek Suriye genelinde gerekse de dünya genelinde çok hızlı değişimler yaşanıyordu. Arap milliyetçiliği giderek güç kazanıyordu. Cezirede Kürt- Hıristiyan ittifak’ına karşı, Şam’daki Milliyetçi Hükümet’in desteğini alan ve başını Bedevi Şamar Aşireti’nin lideri Daham El Hadi’nin çektiği Arap ittifak’ını kurdular. Yıl 1936 idi. Yaklaşık yetmiş yıl sonra, yani yıl 12 Mart 2004, Ortadoğuda Kürtlerin lehine gelişen süreci hazmedemeyen Aynı Arap aşiretleri Kamışlı’da oynanan bir futbol maçında provokasyon yaratarak Kürtlere karşı yine ittifak kurup saldıracaklardır. Saldırılar sonucunda onlarca Kürt’ün ölümüne, yüzlercesinin tutuklanmasına, ev işlercesinin tutuklanmasına, ev iş yerlerinin tahrip ve talan edilmesine neden olacaklardır, tarih tekerrür edecektir. Biz yine 1936’ya dönelim; Kurulan Arap ittifak’ı Kürt-Hıristiyan ittifak’a karşı oldukça yıpratıcı ve çok yönlü bir kampanya başlattı. Diğer yandan Kürt insanının içinde bulunduğu sosyal ekonomik gerilikler, dini saplantılar, aşiretsel ya da ailevi hesaplar, denilebilir ki Arapların başlattığı kampanyadan daha büyük zararlara sebebiyet veriyor, engeller çıkartıyordu. Özellikle Kuzey Kürdistan’da Kemalist hareketin uygulamalarından kaçıp yöreye yerleşen birçok yobaz şeyh’in bu anlamdaki zararlı çalışmaları Amudê olaylarının çıkışında belirleyici etkiye sahip olmuştur desek abartmış olmayız. Bruinessen adı geçen eserinde anlatıyor:
“Yirmili ve otuzlu yıllarda Türkiye’den birçok şeyhin kaçmış olduğu Suriye’de ise, şeyhlerin durumu daha da vahimdi…
1930’larda küçük bir kent olan Amudê’de otuzdan fazla şeyh bulunuyordu. Halkın büyük çoğunluğu (aldığım bilgilere göre nüfusun yüzde 80-90’ı) bir şeyhin müridiydi. Cuma günleri şeyhler müridleriyle birlikte şehirden geçit yaparak camiye giderlerdi, bazıları bu sırada davulda çalardı…
Bölge Fransız mandası altındayken Fransızlar Amudê’de Kürt Milli Birliği (1927’de kurulan ve ağırlıkla aristokratik kökenli aydınlardan oluşan) Hoybun’un üyelerini ikamete zorlamışlardı. Şeyhler milliyetçi ve din dışı görüşlerini devamlı lanetledikleri bu örgütün kentte çalışma yapmasını imkânsız kılmışlardı. Özellikle hepsi seyyid olan Kadirî şeyhleri kendilerini kürtten ziyade Arap kabul ettiklerinden, Müslümanlığın müminler ve kâfirler olmak üzere iki milleten başka millet tanımadığını sabah akşam tekrar ediyorlardı. Onlara göre milliyetçilik Müslümanları parçalamak için icat olunmuş şeytani bir plandı ve milliyetçiler de putperesttiler.”
Haco ve diğer Kürt milliyetçilerinin çalışmaları bu engellere takılıyor, kuşkuyla karşılanıyor hatta “Bunlar (Kürt milliyetçileri) kâfirdir ve öldürülmeleri caizdir.” diyen bu şeyhler, öte tarafta Arap milliyetçilerle birleşip aynı ağızdan “Haco Ağa maaş için Fransızlarla, Hıristiyanlarla işbirliği yapıyor.” “Nede olsa Müslüman gâvurdan iyidir”[19] diye yaygın bir propaganda yapıyorlardı. Bu propagandaların etkisinde kalan yöredeki Kürt nüfusunun önemli bir bölümü Arap ittifak’ını desteklemeye başladı. Işte 1937 yılında bu ittifak’ın kışkırtmalarının etkisinde kalan saf ve dini tüm Kürtler Amudê, Kamışlo ve Hasekê şehirlerinde bulunan Hıristiyanlara saldırarak birçok Hıristiyan’ın ölümüne, evlerinin yıkılması ve mallarının yağmalanmasına neden oldular. Olaylar önceden planlanmış, Haco ve diğer Kürt milliyetçilerinin girişimleri sonucu geliştirilen Kürt-Hıristiyan, Kürt-Fransız ilişkilerinin bozulmasına, dolayısıyla da giderek güçlenen Kürt özgürlük hareketine darbe vurma amacına yönelik bir provokasyondu. Milli duygulardan yoksun, dini alet ederek kişisel çıkarlarını korumaktan başka hiçbir amaç gütmeyen kimi Kürt şeyhleri ve çevreleri de bu provokasyonun aleti ve aktörü oldular. Öte yanda yurtsever duygularla hareket eden bir kısım “Kürt ulusal-demokratik güçler, Fransız karşıtı harekete aktif bir biçimde katılıyorlardı. Arap milliyetçilerinin (Kavimist- ler), Kürt ulusal haklarını, sömürgecilerin ülkeden kovulmasından sonra verileceği yönündeki vaatlerine… Büyük bir saflıkla inanmışlardı.(italikler ba.)”[20]
Rohat Alakom, Hoybun ve Ağrı Isyanı adlı esrinde, Amudê Olayı ve Haco’nun bu olaydaki rolüne değiniyor:
“Haco Ağa ölümünden üç yıl önce Amudê yöresinde patlak veren olaylara da öncülük eder. 1937 yılında Amudê ve yöresinde etnik bazı gerginliklerin yaşandığını görüyoruz. Arap milliyetçiliğinin Kürt ve Ermenilere yönelik olarak geliştirdiği kötü propagandanın etkisi, yöredeki halkları karşı karşıya getirir. Kürtler ve Ermeniler arasındaki dayanışmanın karşısında Araplar ve bazı Arap yanlısı ‘Kürtler’  yer alır. Kürtlere Haco Ağa, Araplara Şeyh Daham Hadi önderlik eder. Çıkan kanlı olaylar sonunda Amudê kasabasında büyük çatışmalar meydana gelir. 9. Ağustos 1937 günü Ermenilerin iş yerleri harap edilir ve yağmalanır. Fransız birliklerinin olaylara müdahalesi çok sert olur. Amudê kasabası bu birliklerce bombalanır. Uçak ve piyade birliklerinin katıldığı bu saldırılar sonucunda Amudê harabe bir kent haline gelir. Etnik bazı istemlerine kavuşmak için mücadele eden Kürtlerin karşısına dikilen Araplar, Amudê olayı vasıtsıyla Kürtlerin kendilerini yönetecek güçte olmadıklarını kanıtlamak istiyorlardı. (Cegerxwin ve French Planes Bomb Rebellious, The New York Times’ten aktaran Rohat Ala Kom, yage) Fransa da bir azınlığın karşısına başka bir azınlığı çıkartarak, Suriye’deki ömrünü uzatmak niyetindeydi.[21]
Olayları sona erdirmek için çabalayan Haco, düzenlenen bir toplantıda, olaylara neden olanları eleştiren Cegerxwin’in sözlerini destekleyerek şunları söyler: “Seyda’nın söylediklerinin tümü doğru. Ben de bu onursuz, amaçsız ve faydasız vaziyeti tasvip etmiyorum. Kürt insanına zarar verenler hiç kuşkunuz olmasın hayvandan farksızdır.” Haco ve diğer yurtsever Kürt milliyetçileri olayları yatıştırmak için büyük bir uğraş verirler. Uğraşlar sonucunda Kürt-Hıristiyan çatışması sona erer ve açılan yaralar sarılmaya başlanır. Ama artık sarılması imkânsız yaralar açılmıştır; Kürt-Hıristiyan, Kürt-Fransız ilişkileri büyük zarar görmüştür.  O güne kadar Cezire’de milliyetçi Kürt etkinliğine olduğunca müsamaha gösteren, hatta destekleyen Fransızların tavrı değişti. Bölgede askeri tedbirler arttırıldı ve kontrol tamamen ele geçirildi. Artık Kürtlere güvenilmiyor ve “o dönemde halen Kürt hareketinin lideri kabul edilen Haco Ağa’nın faaliyetleriyle ilgili bir güvensizlik ve şüphe atmosferi oluştu. Fransız kontrolüne karşın 1930ların sonlarında Şam’daki Suriyeli milliyetçilerin sürdürdükleri politikalar Cezire Kürtlerini ciddi şekilde etkilemeye başladı. 1930’dan beri Haco Ağa’ya sağlanan sübvansiyonlar 1939’da aniden kesildi ve Kürtler, o dönemde Cezire nüfusunun üçte ikisini oluşturmalarına rağmen yerel yönetim konseylerinde çok az temsil edildiler ve onlara ağır vergiler getirildi.”(Le Movement Kurde du Jazira)
Haco ve arkadaşlarının BM’ye ulaştırdığı mektubun değerlendirilmesi sonuçlanmadan II. Dünya Savaşı başladı (1 Eylül 1939). Kısa bir süre sonra da Haco vefat etti.(22 Nisan 1940). Savaşın sonunda Fransa Suriye’den çekildi. Böylece Suriye tamamen Arapların kontrolüne girdi. Güçlü bir ulusal ordu kuruldu. Daha önce Arap-Kürt kardeşliğinden, din kardeşliğinden dem vuran Suriyeli Arap yöneticiler giderek şoven düşünceleriyle tanınan Mchel Eflak adlı bir Arap filozofun düşüncelerini bayraklaştırıyorlardı. Kürtlere yönelik baskılar günden güne artıyordu. Zamanla Kürtlere ‘gavur’ Fransa tarafından tanınan demokratik hak ve özgürlükler bir bir Müslüman Arap kardeşlerince(!) gasp edildi. Bırakın Kürtçe eğitim veren okullar açmak, kitap, gazete basmak, Kürdüm deme- leri bile yasaklandı. Daha da ötesi, Kürt kimliğini tanımadıkları gibi Arap vatandaşlığına da kabul edilmeyeceklerdir. Bugün bile Suriye’deki Kürtlerin büyük bir kısmının hala yasal vatandaşlık hakları yoktur. Yabancı uyruklu kabul edilmektedirler. Yani kendi vatanlarında, kendi topraklarında vatansız sayılıyorlar.

Haco’dan Ağrı Direnişini Rahatlatacak Bir Öneri:
Haco’nun diplomatik yeteneğinin yanında iyi bir asker ve taktiksiyen olduğundan daha önce bahsetmiştik. Hoybun’un 1930’da başlattığı Ağrı Isyanı sırasında bu özelliğini görmek mümkün. Ağrı zirvesinde Iran ve Irak’ın da desteğiyle Türk ordu birliklerince başlatılan kuşatma harekâtı, Ihsan Nuri Bey liderliğindeki direnişçi güçleri zor duruma sokmaktadır. Hoybun çare aramaktadır. Havêrkan Konfederasyonu’nun kollarından biri olan Seyidan aşiretinin ileri gelenlerinden Seyid Ibrahim’in anlatımına göre; Haco, Ağrı direnişçilerini rahatlatacak şu teklifi sunar: “Bütün güçleriyle Ağrıya saldıran devlet güçleri’nin dikkatini başka yöne çevirmek için farklı noktalardan saldırılar düzenlemek ve böylece Türk ordu güçlerinin bir kısmını o yönlere kaydırılmasını sağlamak.” Zekice düşünülmüş bir teklif olduğu anlaşılıyordu. Başta Celadet Bedirhan Bey ve diğer örgüt yöneticileri tarafından kabul görür. Bunun üzerine bir plan yapılır. Plana göre; “Türkiye’nin güney sınırı boyunca, devlet güçlerine karşı beş noktadan saldırılar düzenleyecek silahlı gruplar oluşturulacak ve bu gruplar aynı anda belirlenen tarih ve yerden saldırıya geçeceklerdi. Hemen saldırı noktaları ve saldırıyı düzenleyecek gruplar belirlendi;  Mardin-Derik yöresinde saldırı düzenleyecek grubun başında Diyarbakırlı Ekrem Cemil Paşa bulunacaktı. Viranşehir yöresindeki grubun başında Milli Aşireti Reisi Mahmut Bey, Urfa yöresindeki gurubun başında Berazi Aşiret lideri Bozan Bey, Havêrkan mıntıkasındaki grubun başında Haco Ağa ve Botan (Cizre) yöresindeki grubun başında ise Celadet Bedirhan Bey bulunacaktı.”[22]
Yapılan bu görev dağılımından sonra, gruplar 3-4 Ağustos 1930 günü harekete geçerler. Ne var ki harekât beklenilen başarıyı yakalayamadı. Ekrem Cemil Paşa grubunda yer alan Kadri Cemil Paşa anılarında bu harekâtla ilgili verdiği detaylı bilgilerin sonunda şunları yazıyordu: “Ben Mardin Vilayetinden Derik kaza merkezine kadar olan cephede, Ekrem Cemil Paşanın fermandarlığında Türkiye’ye geçen kuvvetle beraberdim…” Kadri Cemil Paşa; Mardin merkezine bir saldırı planının hazırlandığını ancak önceden görevlendirilen gruplar arasındaki iletişim ve organize eksikliği, bazı aşiret ve grupların isteksizliği vb. nedenlerle saldırı planını yaşama geçirilemediğini anlattıktan sonra şunları aktarıyordu:
“Belki bir harekât yapmaya imkân olur ümidi ile birkaç gün dağlarda dolaştıktan sonra nihayet merkeze dönmeğe mecbur kaldık. Diğer fermandarlar Haco Ağa, Celadet Bedirhan Bey ve arkadaşları ile beraber hareket istikameti olan Havêrka dağlarına geçmişlerdi. Haco Ağa hasımlarının muhalefetine uğradığından onlarda bir şey yapmağa muvaffak olmayarak döndüler. Dördüncü mıntıka fermandarı Milli Aşireti reisi Mahmut Bey Ibrahim Paşa alınan karara ve verilen vaade rağmen yerlerinden kımıldamadılar. Yalnız Bozan Bey gönderdiği bir müfreze ile Suruç Kazasına yakın bir karakola baskın yapmıştı.”[23]
Chris Kutschera, Kürt Ulusal Hareketi adlı eserinde aynı gelişmeyle ilgili olarak Haco Ayaklanması başlığı altında şunları yazıyor:
“Suriye’de mahalli bir Kürt şefi olan Haco, Hoybun Komitesi’nin de yardımıyla sınırı geçip, 5 Ağustos 1930’da Nusaybin yakınlarında küçük bir köyü ele geçiriyor ve Ağrı savaşçılarını desteklemek üzere halkı ayaklanmaya davet eden, Kürtlerin bağımsızlık talebini içeren bir bildiri yayımlıyor.
Fakat Haco Türkler tarafından süratle Suriye’ye çekilmek zorunda bırakılıyor.”
Bruinessen de bu konudan bahsetmektedir; Bu cemaat (Hoybun N.C) 1929-30 Ağrı ayaklanması’nın da örgütleyicisidir. Türk ordusu, Ağrı bölgesinde Kürt isyancılarını zorlarken, Haco Türkiye’nin güney doğusuna bir saldırı düzenleyerek Türk ordusunu o yöne çekmeye çalıştı.”(yage)
Ağrı Dağı Isyan’ın lideri Ihsan Nuri Paşa, Ağrı Dağı Isyanı adlı yapıtında Isyanın Kürdistan daki etkilerini ve ona bağlı olarak ülkede gelişen silahlı eylemlere değinirken Haco harekâtıyla isyan arasındaki ilişkiyi şöyle değerlendiriyordu:
“…Kürdistan’ın diğer bölgelerindeki savaşçılar Ağrı savaşçılarından ilham alıyorlardı. Çünkü Ağrı, Kürt Ulusu’nun bağımsızlık savaşının merkezi haline gelmişti. ‘Türkiye Kürdistanı’nın’ güneyinde Midyat, Mardin ve Şırnak bölgelerindeki Hareketi de Hewarki( Havêrki NC) aşiretinin reisi Haco Ağa idare ediyordu. Onun grupları Eruh ve Hakkâri’ye kadar uzanıyordu.”[24]

Çaçan, yukarıda sözü edilen röportajında aynı konuya değiniyor;
“Babam başta Sarohan olmak üzere yöremizin bütün ağalarına, Derik yöresine mektuplar gönderdi. Her seferinde babama ‘sen gelirsen biz de seninle Türklere saldıracağız’ diye söz veriyorlardı. Bunun üzerine iki kez sınırı geçtik. Ancak o söz veren halkımız, aşiretimiz, akraba ve hısımlarımız silaha sarılıp bize karşı savaştı. Bu durum karşısında babam ‘ben Türklerle savaşmaya geldim, Kürtlerle değil’ diyerek dönmek zorunda kaldı. Sonunda Fransızlar, ‘Neden bizden habersiz sınırı ihlal ediyorsun’ diyerek babamı Şam’a sürgün ettiler. Ankara’yla yaptıkları anlaşmaya onu sınırdan 50 km. Uzaklaştırma şartı konulmuş.”

Hoybun Içinde Çekişmeler ve Haco Ağa’nın Tutumu
Hoybun, yukarıda isimleri verilen çeşitli Kürt örgütlerinin birleşmesiyle oluşan bir oluşumdu. Doğal olarak farklı siyasal eğilimleri barındırdığı gibi çok farklı sosyal tabakaları da için- de barındırıyordu. Hepsi Kürdistan’ın bağımsızlığı noktasında bir araya gel-miş olsalar da zamanla bu eğilimler arasına da tartışma ve çekişmeler baş gösterdi. Ilk büyük çekişme; Hoybun’un kuruluşundan dağılışına kadar büyük emekleri olan Bedirxan ailesiyle Hoybuna sonradan (1929) katılan ve örgütte etkinlik kuran Diyarbakırlı Cemil Paşazadeler arasında başladı. “Bedirhaniler ve Cemil Paşazadeler arasındaki çekişmenin asıl nedeni konusunda görüşlerini belirten şahsiyetlere göre, sorun bir liderlik soru- nudur. Yine bazı kaynaklara, Bedirhaniler Cemil Paşazadelerin ulusal mücadeledeki rolünü kabul ediyor ama Cemil Paşazadeler Bedirhanilerin rolünü kabul etmiyor.”[25]
Kadri Cemil Paşa anılarında Bedirhanileri oldukça ağır bir dille eleştirerek şöyle diyordu:
“Hoybun çalışmasına katılan, Botan emaretinin verdiği bir hissi gururla kendilerini daima arkadaşlarından üstün tutmayı farzetmek isteyerek, daima diktatörane bir tavır takınmaları, milli sahada yapılmakta olan hizmetin sırf kendi çalışmalrı ile meydana geldiği fikrini dışarıya telkin etmek istemeleri milli çalışmalara katılan arkadaşların kendilerine karşı kırgınlıklarına sebep olmakta idi.”[26]
Bu çekişme Celadet ve Kamuran Bedirxan beylerin örgütten kopmalarına kadar sürdü. Bedirhan kardeşler Hoybun’dan ayrıldıktan sonra Kürt davasına, edebiyatına, kültürüne olan katkı ve çalışmalarına ara vermediler ama ayrılmaları örgütün büyük darbe almasına neden olmuştur.

Dipnot : Bu yazı, Nezirê CİBO "Heverkan Sultanları-1" isimli kitabından alınmıştır.