Sağlık sorunlarına yol açan fiziki nedenler dışında,
İmralı’daki yaşamın katlanamayacağım bir yönü yoktur. Moral, bilinç ve
irade gücü eskiye nazaran asla gerilememiş; tersine daha rafine hale
gelmiş, estetikle beslenmiş ve güzel gelişme yönüyle zenginleşmiştir.
İMRALI ADASI’NDA CEZAEVİ YAŞAMIMA DAİR
Şimdiye kadarki tüm yazılı savunmalarım ve sözlü diyaloglarımda kişisel
yaşamıma pek değinmedim. Genel geçer sağlık sorunları ve idareyle
geçinmeler dışında, sistemin özel olarak hazırladığı ve sadece bana
uygulanan tecride karşı nasıl direndiğimi ve yalnızlığa nasıl
dayandığımı anlatmadım. Sanırım en çok merak edilen konu, bu mutlak
yalnızlığa ve durağanlığa karşı geliştirdiğim yaşam deneyimlerimdir.
Daha çocukken, köyün güngörmüşlerinden olan ve bilge sayılan biri, hal
ve hareketlerimi gözlemlerken, halen hatırımda olan şöyle bir cümle sarf
etmişti: “Lo li ciyê xwe rûne, ma di te da cîwa heye?”Türkçesiyle,
“Yerinde otur, sende cıva mı var?” demişti. Bilindiği gibi, cıva çok
akışkan bir elementtir. Ben de öyle hareketli birisiydim. Mitolojik
tanrılar düşünselerdi, herhalde İmralı kayalarına bağlamak kadar ağır
bir cezayı akıl edemezlerdi. Buna rağmen tek kişilik hücredeki on iki
yılımı doldurmuş bulunuyorum. İmralı, tarihte devletin üst yetkililerine
uygulanan cezaların infaz edildiği bir ada olmakla ünlüdür. İklimi hem
çok nemli hem de serttir. Fiziki olarak insanın bünyesini çökertmeye
yatkındır. Kapalı oda tecridi eklenince, bünye üzerindeki yıpratıcı
etkisi daha da artar. Ayrıca yaşlanma sürecinin başlangıcında adaya
alındım. Uzun süre Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın denetiminde tutuldum.
Son iki yıldır sanırım Adalet Bakanlığı’nın denetimi devreye girdi.
Birer kitap, gazete, dergi ve tek kanallı bir radyo dışında iletişim
imkânım yoktu. Tabii birkaç ayda bir yarım saatlik kardeş ziyaretleri ve
‘hava muhalefeti’ gerekçesiyle sıkça kesilse de, haftalık avukat
görüşmeleri iletişim evrenimi teşkil ediyordu. Şüphesiz bu iletişim
etkenlerini küçümsemiyorum ama ayakta durmak için yeterli ilişki
değildirler. Ayakta durmayı, çürümemeyi zihnim ve iradem belirleyecekti.
Daha dışarıdayken kendimi hem yalnızlaştırmış hem de yalnızlığa karşı
hazırlamıştım. Çok önemli bir bağımlılık ilişkisi olan aile, yakın
akraba, hatta yakın arkadaş ve yoldaş ilişkisini soyutlaştıracak
deneyimlerim olmuştu. Kadın ilişkisi önemli olmakla birlikte, o da
soyutlaştırdığım bir ilişki alanıydı. Nazım Hikmet’in tamamen tersiydim.
Çocuk edinmemeye ahdım vardı. Daha lisedeyken edebiyat hocasından on
numara alan kompozisyon yazımın başlığı şöyleydi: “Sen benim için hiç
doğmayacak çocuksun!” Sanırım bu yazıyla zorlu geçen çocukluk
yaşamlarını konu edinmek istemiştim. Fakat tüm bu deneyimler İmralı’daki
dayanma gücümü izah etmeye yetmez.
Şunu da belirtmeden geçmemeliyim. İmralı sürecinde bana dayatılan
komplo, umudun zerresini bırakmayan cinstendi. İdam cezasının infazı ve
psikolojik savaşın uzun süre gündemde tutulması bu amaçlaydı. İlk
günlerde nasıl dayanabileceğimi ben bile tahayyül edemiyordum. Yıllar
bir yana, bir yılı bile nasıl geçirebileceğimi düşünemiyordum. Kendi
kendime yerindiğim şöyle bir düşüncem oluşmuştu: “Milyonlarca kişiyi
daracık bir odada nasıl tutabilirsiniz!” Gerçekten Kürt Ulusal Önderliği
olarak, zindana giriş koşullarında kendimi milyonların sentezi haline
getirmiş veya getirilmiştim. Halk da böyle algılıyordu. İnsan ailesinden
ve çocuklarından yoksun kalmaya hiç dayanamazken, ben ölümüne birleşmiş
milyonların iradesinden bir daha hiç kavuşmamacasına ayrılmaya nasıl
uzun süre dayanabilecektim! Halktan insanların birkaç satırlık
mektupları bile verilmiyordu. Şimdiye kadar zindandaki yoldaşların büyük
kısmı verilmeyen ve sıkı denetimden geçmiş az sayıdaki mektupları
dışında ve birkaç istisna haricinde, dışarıdan hiç mektup almadım.
Mektup gönderemedim. Bütün bu hususlar tecridin yol açtığı durumu kısmen
anlaşılır kılabilir. Fakat benim konumumun özgün yönleri vardı.
Kürtlere ilişkin birçok ilk’e çıkış yaptıran kişi konumundaydım. Yarım
kalan bu çıkışların hepsi özgür yaşamın olmazsa olmazlarıydı.
Halkımızdan herkese, her toplumsal alana ilişkin ilk çıkışı yaptırmış
ama hiçbirini güvenilir eller ve koşullara terk edememiştim. Bir aşığı
düşünün: İlk aşkı için çıkış yapmış ama tam tutuşacakken elleri hep
havada kalmış. Benim toplumsal alanlardan özgürlük çıkışlarım da hep
böyle havada kalmıştı. Kendimi toplumsal özgürlük alanlarında adeta
eritmiştim. ‘Ben’ diye bir şeyi de pek geride bırakmamıştım. Toplumsal
açıdan zindan süreci böylesi bir anda başlamıştı.
Aslında dış koşullar, devlet, idare ve cezaevinin kendisi saraylara özgü
bir donanımda olsa dahi, bana özgü tecride nasıl dayanıldığını
açıklamaya yetmez. Temel etkenler koşullarda ve devletin yaklaşımlarında
aranmamalıdır. Belirleyici olan, benim kendimi tecrit koşullarına ikna
etmemdir. Öyle büyük gerekçelerim olmalıydı ki tecride dayanabileyim,
tecritte de olsa büyük bir yaşamın sergilenebileceğini kanıtlayayım. Bu
temelde düşününce, öncelikle iki kavramsal gelişmeden bahsetmeliyim.
Birincisi, Kürtlerin toplumsal statüsüne ilişkindi. Şöyle düşünüyordum:
Benim özgür yaşamı arzulamam için toplumun, bağlı olduğum toplumun özgür
olması gerekirdi. Daha doğrusu, bireysel özgürleşme toplumsuz
gerçekleşemezdi. Sosyolojik açıdan birey özgürlüğü tamı tamına toplumun
özgürlük düzeyiyle bağlantılıydı. Bu varsayımı Kürt toplumuna
uygulayınca, algılamam oydu ki, Kürtlerin yaşamı, etrafına duvar
örülmemiş zifiri karanlık bir zindandan farksızdı. Bu algıyı edebi bir
anlatım olarak sunmuyorum, tamamen yaşanan gerçeğin hakikati olarak
ifade ediyorum. İkincisi, kavramı tam anlayabilmek için ahlâki bir
ilkeye bağlılık ihtiyacı vardır. Kendini mutlaka bir topluma bağlı
olarak yaşanabileceği konusunda bilinçli kılacaksın. Modernitenin
yarattığı en önemli bir algı da, toplumsal bağlılığı olmadan da kendini
yaşatabileceği konusunda bireyi ikna etmesidir. Bu ikna sahte bir
anlatıdır. Öyle bir yaşam yoktur aslında, ama imal edilmiş sanal bir
gerçeklik olarak kabul ettirilir. Bu ilkeden yoksunluk, ahlâkın çözülmüş
olduğunu da ifade eder. Burada hakikatle ahlâk iç içedir. Liberal
bireycilik ancak ahlâki toplumun çözülüşü ve hakikat algısıyla
ilişkisinin kesilmesiyle mümkündür. Çağımızda hâkim yaşam biçimi olarak
sunulması doğruluğunu kanıtlamaz. Tıpkı sözcüsü olduğu kapitalist
sistemin ahlâki toplumun çözülmesi ve hakikat algısını yitirmesiyle
mümkün olması gibi. Kürt olgusu ve sorunu üzerinde yoğunlaşmamın bir
sonucu olarak söz konusu yargıya ulaştım.
Yaşamımda ikili bir yanı iyi kavramak gerekir. O da Kürtlükten kaçış
veya tersine Kürtlüğe yöneliştir. Uygulanan kültürel soykırım gereği,
kaçış için koşullar her yerde her an hazır ve nazırdır. Kaçışı daimi
teşvik edicidir. Ahlâki ilke tam burada devreye girer. Kendi bireysel
kurtuluşu pahasına kendi toplumundan kaçış ne derecede doğru veya
iyidir? Üniversite son sınıfa kadar gelebilmek, aslında o dönemde
bireysel kurtuluşumun da garantilendiği anlamına geliyordu. Tam da bu
dönemde Kürtlüğe yönelişin başlaması veya kesinleşmesi, ahlâki ilkeye
dönüşü ifade ediyordu. Sosyalist anlamda bu toplum Kürt olmayıp başka
bir toplum da olabilirdi. Yine de bir toplumsal olguya mutlaka
bağlanmalısın ki, ahlâklı bir birey olabilesin. Benim ahlâksız bir birey
olamayacağım açığa çıkıyordu. Burada ahlâk kavramını etik anlamda, yani
ahlâk teorisi anlamında kullanıyorum. Yoksa ilkel ahlâkçılıktan,
örneğin ömrü boyunca herhangi bir aile veya benzer topluluğa bağlı
yaşamaktan bahsetmiyorum. Çünkü Kürt olgusuna ve onun sorunsal haline
bağlanış ancak etik olarak ahlâkla mümkündü. Kürtlerin mutlak köle hali
-Ki, halen öyledir- benim “Özgür yaşam mümkünmüş” gibi hayal kurmamı
kesin olarak engelledi. Şuna ikna oldum: Benim içinde özgür yaşayacağım
bir dünyam yoktur. Burada iç ve dış cezaevi arasında epey mukayesede
bulundum. Sonuçta dışarıdaki tutsaklığın birey için daha tehlikeli
olduğunu fark ettim. Bir Kürt bireyinin kendini dışarıda özgür sanarak
yaşaması büyük bir yanılgıdır. Yanılgı ve yalanın egemenliği altında
geçecek bir yaşam, kaybedilmiş ve ihanete uğramış bir yaşamdır. Bundan
çıkardığım sonuç, dışarıda ancak bir şartla yaşanabileceği, onun da
günün yirmi dört saatinde Kürtlerin (kapitalizm koşullarında Türk
emekçilerinin) varlık ve özgürlüğü için savaşım içinde olmakla mümkün
olabileceğidir. Ahlâklı ve onurlu bir Kürt için yaşam, kesinlikle günün
yirmi dört saatinde varlık ve özgürlük savaşçısı olmakla mümkündür.
Dışarıdaki yaşamımı bu ilkeye vurduğumda, ahlâklı yaşadığımı kabul
ediyordum. Bunun karşılığının ölüm veya cezaevi olması savaşın doğası
gereğidir. Savaşsız bir yaşam koca bir sahtekârlık ve onursuzluktan
ibaret olduğuna göre, ölüm veya cezaevine katlanmak da işin, eylemin
doğasında vardır. Cezaevi koşullarına dayanmamak yaşam gerekçeme
aykırıdır. Mücadeleden, varlık ve özgürlük savaşının her biçiminden
nasıl kaçınılamazsa, cezaevinden de kaçınılamaz. Çünkü o da uğruna
savaşılan özgür yaşamın bir gereğidir. Kürtler söz konusu olduğunda ve
sosyalist olduğuna da inandığında, kapitalizmin, liberalizmin veya
çarpık bir dinsel fanatizmin buyruğunda değilsen, ahlâki ve etik bir
yaşam için savaş dışında, senin dışarıda yapacak hiçbir şeyin ve
yaşanacak bir dünyan yoktur. Bu kavram ışığında cezaevindeki
arkadaşların yaşamına baktığımda ciddi yanılgılar içinde olduklarını
gördüm. Onlar dışarıda yaşanacak özgür bir yaşama inandırılmışlar veya
kendilerini inandırmışlardı. Zaten sosyolojik olarak çözümlendiğinde
anlaşılacaktır ki, cezaevlerinin rolü bireyde yoğun bir sahte özgürlük
özlemi yaratmaktır. Modernite koşullarında cezaevleri özenle bunun için
inşa edilmiştir. İnsanlar cezaevlerinden dışarıya çıktıklarında ya yalan
ve sahtekârlıkla yaşamayı kabul etmişlerdir. Bu durumda onlardan
herhangi bir devrimcilik, ahlâki ve onurlu bir yaşam beklemek beyhude,
boş bir beklentidir. Ya da cezaevi pratiğinin verdiği olgunlukla
toplumsal mücadelelerini daha da başarıyla yerine getireceklerdir.
Cezaevleri ıslah olma evleri olmayıp, topluma karşı ahlâki ve iradi
görevlerin yetkince yerine getirilmesinin de öğrenildiği mekânlardır.
Aynı hususlar dağlara çıkmış özgürlük savaşçıları için de geçerlidir.
Özgürlük gerillası olmak, toplumsallığa ilişkin ahlâki ve politik
görevlerini en üst düzeyde yerine getirmek demektir; bu bilinç ve ahlâki
görev içinde olmak demektir; özgürleşmenin öz savunmaya ilişkin
gereklerini yerine getirmek demektir. Özgürlük gerillası olmak, bireysel
etkinlik kurmak veya iktidar olmak için değildir. Bu artık özgürlük
savaşçılığı değil, iktidar savaşçılığıdır. Böyle olanların dağa çıkışı
da, inişi de ahlâki ve toplumsal değildir. Zaten böyleleri umduklarını
bulamayınca kolayca ihanet ederler. Toplumsal görevlerinin gereğini
hiçbir alanda yerine getiremezler. Demek istediğim şudur: Toplumsal
varlıkları mutlak kölelik içinde olanlar, hatta dağılmayı yaşayanlar
için her yer benzer özellikler taşır. İçerisi kötü dışarısı iyi,
silahlısı kötü silahsızı iyi gibi yersiz ayrımlar varlık ve özgürlük
mücadelesinin asli çabasını değiştirmez. İnsan yaşamı ancak özgür
olduğunda anlam taşıdığına göre, özgürlüksüz nerede yaşanırsa yaşansın,
orası her zaman karanlık bir zindandır.
İkinci kavram, birincisiyle bağlantı içinde hakikat algısının
gelişmesidir. Zindanda tahammül gücünün tek ilacı hakikat algısını
geliştirmektir. Yaşamın geneline ilişkin olarak hakikat algısını güçlü
yaşamak, yaşamın en keyifli anına, daha doğrusu yaşamın anlamına
erişmektir. İnsanlar niçin yaşadıklarını doğru kavramışsa, herhangi bir
yerde yaşamak onlar için sorun olmaz. Yaşam sürekli hata ve yalanlar
içinde geçerse anlamını yitirir. Böylece yaşamın yozlaşması denen olgu
ortaya çıkar. Keyifsizlik, rahatsızlık, kavga, küfür yoz yaşamın doğal
sonucudur. İnsan yaşamı hakikat algısı gelişkin olanlar için tam bir
mucizedir. Yaşamın kendisi büyük heyecan ve coşku kaynağıdır. Yaşamda
evrenin anlamı gizlidir. Bu gizi fark ettikçe, zindanda da olsa, yaşama
katlanmak diye bir sorun olmaz. Zaten zindan özgürlük içinse, orada
büyüyecek olan hakikat algısıdır. Hakikat algısıyla büyüyen yaşam, en
zor acıları bile mutluluğa dönüştürebilir.
Benim için İmralı Cezaevi, Kürt olgusunu ve sorununu algılamak ve çözüm
olanaklarını kurgulamak açısından tam bir hakikat savaşı alanına
dönüştü. Dışarıda daha çok söylem ve eylem geçerliyken, cezaevinde anlam
geçerliydi. Bu savunmada daha kapsamlı ve somut olarak dile getirdiğim
siyaset felsefesine ilişkin düşünceleri dışarıda geliştirmem çok zor
olurdu. Siyaset kavramının kendisini kavramak bile büyük çaba ister;
hakikatin güçlü algılanmasını gerektirir. Pozitivist bir dogmatik
olduğumun derinliğine farkına varmam tecritle oldukça ilişkilidir demem
mümkündür. Farklı modernite kavramlarını, ulus inşalarının çok çeşitli
modellerinin olabileceğini, genelde toplumsal yapılanmaların insan
eliyle yaratılmış kurgusal yapılar olduğunu ve esnek bir doğaları
bulunduğunu tecrit koşullarında daha çok idrak ettim. Özellikle
ulus-devletçiliği aşmak benim için çok önemliydi. Bu kavram benim için
uzun süre Marksist-Leninist-Stalinist bir ilkeydi; asla değiştirilmemesi
gereken bir dogma niteliğindeydi. Toplumsal doğa, uygarlık ve modernite
üzerinde yoğunlaştığımda, bu ilkenin sosyalizmle ilgili olamayacağını,
sınıflı uygarlığın bir tortusu ve kapitalizm eliyle meşrulaştırılmış
azami toplumsal iktidarcılık olduğunu kavramam önemliydi. Dolayısıyla
reddetmekte tereddüt etmedim. Eğer söylendiği gibi gerçekten bilimsel
sosyalizm olacaksa, bu konuda değişmesi gerekenler reel sosyalizmin
ustaları, yani Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao ve Castro gibi
insanların kendileriydi. Bunların kapitalist bir kavramı sahiplenmeleri
büyük bir hataydı ve sosyalizm davasına büyük zarar vermişti.
Kapitalist liberalizmin çok güçlü bir ideolojik hegemonya olduğunu
derinliğine kavradıkça, modernite çözümlemelerini de güçlü yapmaya
başladım. Demokratik modernitenin sadece mümkün değil, kapitalist
moderniteden hem daha gerçek hem de daha çağdaş ve yaşanılır olduğunu
kavradım. Reel sosyalizm ulus-devlet kavramını aşamadığı ve temel
modernite gerçeği olarak kavradığı için, başka tür bir ulusçuluğun,
örneğin demokratik ulusçuluğun olabileceğini hiç düşünememiştik. Ulus
dediğin illa devleti olması gereken bir şeydi! Kürtler bir ulus ise,
mutlaka bir devletlerinin de olması gerekirdi! Halbuki toplumsal olgular
üzerinde yoğunlaştıkça, ulusun kendisinin son birkaç yüzyılın en los
gerçeği olduğunu, kapitalizmin güçlü etkisi altında şekillendiğini ve
özellikle ulus-devlet modelinin toplumlar için demirden kafes olduğunu
kavradıkça, hem özgürlük hem de toplumsallık kavramının daha değerli
olduğunu fark etmiştim. Ulus-devletçilik uğruna savaşmanın kapitalizm
için savaşmak olduğunu fark ettikçe, siyaset felsefemde büyük dönüşümler
söz konusu oldu. Dar ulusçuluk ve sınıfçılık (İkisi de özünde aynı
kapıya götürür) mücadelesi, sonunda kapitalizmi güçlendirmekten öteye
sonuç vermiyordu. Kendimin bir bakıma kapitalist modernitenin kurbanı
olduğunu fark ettim. Modernitenin dayattığı sosyal bilgilerin bilim
değil, çağdaş mitolojiler olduğunu fark ettikçe, tarih ve toplum
bilincim daha da derinlik kazandı. Hakikat kavrayışımda tam bir devrim
yaşandı. Kapitalist dogmaları yırttıkça, toplumu ve tarihi daha büyük
bir zevkle ve hakikat yüklü olarak tanımaya başladım. Bu dönemde kendime
koyduğum ad ‘Hakikat Avcısı’ydı. Kapitalist modernitenin Kürtlere
dayattığı ‘tavşan kaç, tazı tut’ tekerlemesini, anlam itibariyle
“Kapitalist moderniteyi avla” tekerlemesine dönüştürmüştüm. Hakikat
algısı bir bütün olarak geliştiğinde, hangi toplumsal, hatta fiziki ve
biyolojik alanlara ilişkin düşünürsek düşünelim, eskisiyle
kıyaslanmayacak bir anlam üstünlüğü sağlıyordu. Cezaevi koşullarında
istediğim kadar günlük hakikat devrimlerini yapabilirdim. Bunun verdiği
direnme gücünü başka hiçbir şeyin veremeyeceğini belirtmem gereksiz
kalacaktır.
Hakikat kavrayışının güçlenmesi, pratik çözümlerin geliştirilmesi
üzerinde de etkisini gösterdi. Türk devletçilik zihniyetine hep
kutsallık ve tekillik atfedilir. Yönetim deyince hep devlet olmak akla
gelir. Bu zihniyet Sümer orijinli olup, tanrısallıkla sıkıca kaynaşmış
olarak, Arap ve İran iktidar kültürlerine de sürekli devredilmiştir. Tek
tanrı kavramının kökeninde de iktidar olgusunun güçlü bir yeri vardır.
Türklerde iktidar elitleri oluştukça, bu kavramın belki de dördüncü,
beşinci versiyonlarını geliştirmişlerdi. Etimolojik anlamını bilmeden,
hep sonuçlarından etkilenmişlerdi. Selçuklu ve Osmanlı uygulamalarında
tam bir kara anlama, daha doğrusu anlamsızlığa bürünmüştü. İktidar için
bazen bir çırpıda onlarca kardeş, akraba idam edilir olmuştu.
Cumhuriyet’le bu anlayışa bir kılıf daha geçirildi; daha doğrusu,
Avrupa’nın geliştirdiği ulusal egemenlik ve ulus-devlet anlayışları
olduğu gibi iktidara monte edildi. Böylelikle Türk ulus-devleti daha da
tehlikeli bir Leviathan haline getirilmişti. Ona dokunan idam
ediliyordu. Ulus-devlet mutlak kutsalların başında geliyordu. Bürokratik
sınıf için bu özellikle böyleydi. İktidar ve devlet sorunu tarihinin en
karmaşık toplumsal sorunu haline gelmişti.
İmralı’da en çok yoğunlaştığım kavramlardan olan iktidar ve devlet
kavramlarının Türk ve Kürt ilişkilerinde nasıl bir rol oynadığını
kavradıkça, daha somut pratik çözümlere yönelme gereğini kuvvetle
hissettim. Genelde olduğu kadar Türk-Kürt ilişkilerinde de iktidar ve
devlet düzenlemelerinin yaklaşık bin yıllık gelişimini Hititlere kadar
götürme gereğini duydum. Mezopotamya ve Anadolu iktidar ve devlet
kültürleri arasında sıkı bir jeopolitik ve jeostratejik ilişki olduğunu
iyice kavradıkça, bunu Türk ve Kürt ilişkilerine uyarladığımda, iktidar
ve devlet ayrıştırmalarının akıllı bir yöntem olmadığını rahatlıkla
görebiliyordum. Demokrasi kavramının aleyhine gelişen kavramlar
olduklarından, iktidar ve devlet kavramlarını benimsemiyordum. Tüm
yönetimi iktidar ve devlet güçlerine terk etmenin toplum için büyük bir
kayıp olduğunu gördükçe, demokrasinin önemi daha iyi anlaşılıyordu.
Fakat iktidar ve devletin anarşistçe inkârının pratikte oldukça
çözümsüzlüğe yol açtığını fark ettiğimden, tercih ettiğim bir çözüm
yöntemi olmasa da, iktidar ve devlet paylaşımını inkâr etmenin tarihsel
gerçeklere uygun olmadığını derinliğine fark ettim. Demokratik yönetim
esas tercihimizdi. Ama tarih boyunca tekleşmiş iktidar ve devlet
kültürlerini inkâr ettikçe, paylaşılması toplumsal açıdan hak olan
yönlerini kavramadıkça, bunun sonucu olarak sağlıklı pratik çözümlere
varamayacağımı gördükçe, ortak iktidar ve devlet kavramlarının önemini
çok daha iyi kavradım.
Tarih boyunca Anadolu ve Mezopotamya’daki iktidar ve devlet politikaları
ve stratejilerinde yoğunca ilişkiler yaşanmış, sıkça ortaklaşan
modeller denenmişti. Türk-Kürt ilişkilerinde de tüm kritik dönemlerde
benzer modeller tercih edilmişti. Bu model en son Ulusal Kurtuluş
Savaşı’nda denenmişti. Savunmada bu kısımları yoğunca işledim. Teorik
bir model halinde sunmanın yanı sıra, pratik çözüm projesine
dönüştürmenin sadece Türk-Kürt ilişkileri değil, Ortadoğu’nun büyük
çıkmaz yaşayan benzer sorunlarının çözümü için de muazzam değeri vardı.
Özellikle kapitalist modernitenin dayattığı pozitivist dogmatizme karşı
hem tarihî gerçeklerle oldukça uyumlu, hem de pratik çözüm için herkesin
ideallerine en yakın unsurları içeriyordu. Tarihsel gelişmelerin
ışığında iktidar ve devlete ilişkin olarak demokratik modernite,
demokratik ulus ve demokratik özerklik kavramları üzerinde yoğunlaşmamın
önemli etkisi vardı. Diğer bir tarihsel gerçeklik, merkezî iktidar
kavramının istisnai, yerel iktidar kavramlarının ise kural olduğuna
ilişkin tespitti. Günümüzde merkezî ulus-devlet kavramının bu bağlamda
tek ve mutlak model olarak sunulmasının kapitalizmle bağını doğru
kavradıkça ve içyüzünü daha anlaşılır kıldıkça, yerel çözümlerin
demokrasi için taşıdığı önem daha iyi kavranıyordu.
Şiddet ve iktidar arasındaki ilişki için de benzer sonuçlara varmıştım.
Şiddetle iktidar ve ulus olmanın tercihimiz olamayacağı açıktı. Zorunlu
öz savunma gerekleri söz konusu olmadıkça, şiddetle toplumsal avantajlar
elde etmenin sosyalizmle de alakası yoktu. Öz savunma dışında tüm
şiddet biçimleri ancak iktidar ve sömürü tekelleri için geçerli
olabilirdi. Bu yöndeki kavramsal gelişim, barış sorununa daha ilkeli ve
anlam yüklü olarak yaklaşmaya büyük önem atfediyordu. Dolayısıyla
Kürtlere, hatta baskı ve sömürü altındaki tüm kesimlere baskı uygulayan
iktidar ve devlet elitlerinin ‘ayrılıkçı’ ve ‘terörist’ yaftalamalarını
boşa çıkaracak epey kavramsal ve kuramsal birikime ulaşmıştım. Bu
kavramsal ve kuramsal birikim temelinde devlet yetkilileriyle
geliştirdiğimiz diyaloglar daha verimli oluyor ve pratik çözüm yolları
için yaratıcılık sağlıyordu. Savunmanın değişik bölümlerinde
izlenebileceği gibi, benzer birçok alanda toplumsal özgürlük ve hakikat
algısındaki gelişmelerin katkısıyla teorik ve pratik çözümleri
geliştirmek mümkün oluyordu.
Sağlık sorunlarına yol açan fiziki nedenler dışında, İmralı’daki yaşamın
katlanamayacağım bir yönü yoktur. Moral, bilinç ve irade gücü eskiye
nazaran asla gerilememiş; tersine daha rafine hale gelmiş, estetikle
beslenmiş ve güzel gelişme yönüyle zenginleşmiştir. Toplumsal
hakikatlerin bilim, felsefe ve estetikle açıklanmasını geliştirdikçe,
daha doğru, iyi ve güzel yaşamanın olanakları da artıyor. Kapitalist
modernitenin yoldan, hakikat yolundan çıkardığı insanlarla yaşamaktansa,
hücremde tek başıma son nefesime kadar yaşamayı tercih ederim.
İmralı’daki yaşamımla bağlantılı olarak halkımızca merak edilen bir
soru, olası bir cezaevinden çıkış halinde nerede ve nasıl yaşayacağımla
ilgilidir. Pek hayalcilik yapacak bir kişilik değilim. Devrimci
gerçekçilik denilen bir yaşam tarzının sahibi olduğum çok iyi
bilinmelidir. Olası bir çıkıştan sonraki yaşamıma değil, daha
çocukluktan itibaren geçen yaşam çizgime bakılırsa, bu tür soruların
cevabı daha iyi verilebilir. Benim daha on yaş altı sınırlarda aile
otoritesine karşı yürüttüğüm ‘ilk isyanlar’ bu konuda önemli ipuçları
taşır. Daha o zamandan beri yalnız bir isyancıydım. Köy ve şehir
toplumuna yönelik itirazlarımı savunmada yer yer ortaya koymaya
çalıştım. İlgilenenler gereken sorular ve cevaplarını birlikte
bulabilirler. Çok kısaca özetlemeliyim ki, benim için yaşam özgür
yaşandıkça mümkündür. Özgür yaşamın ne olduğunu beş ciltlik bu son
savunmamın temeli olarak açıklamaya çalıştım. Etik, adil ve politik
olmayan yaşam, toplumsallık açısından yaşanmaması gereken bir yaşamdır.
Genelde uygarlık ve özelde kapitalist modernite, oluşturduğu ideolojik
baskı ve sömürü tekelleriyle, köleliğin her biçimine bulanmış, bol
yalanlı, demagojik ve bireyci yaşamlarla yanlış yaşamayı mümkün kılar ve
kabul ettirir. Toplumsal sorun denen gelişmeler de böyle ortaya çıkar.
Adını ister sosyalist, ister özgürlükçü, ister demokrat veya komünist
koyalım, kendine devrimci diyen her kişi aşırı sınıf, kent ve iktidarın
baskı ve sömürüsüne dayalı uygarlığa ve modern dönemlerin egemen yaşam
tarzlarına itiraz etmek ve karşı çıkmak durumundadır. Başka türlü adil,
özgür, demokratik ve toplumsal yaşam tarzı gerçekleşmez; dolayısıyla
yaşanmaz. Bol yalanlı, yanlış, kötü ve çirkin yaşamlar yaşanır. Buna
doğru temelli olmayan yanlış yaşam tarzı denilir. Benim yaşamım boyunca
sorun yaptığım veya zaten sorunlu olan bu yaşam tarzının reddine ilişkin
büyük çabam iyi anlaşılmak durumundadır. Aksi halde ne benim kişilik ne
de Önderlik olarak kavranmam mümkündür. Kavramadan kişiliğime veya
Önderliğime katılmak ve ondan yararlanmak isteyenler büyük hayal
kırıklığına uğrayabilir. Doğru kavramak ve katılım göstermek kişisel
değil toplumsal bir sorundur.
Bu konuda çok merak edilen bir soru da kadınla yaşam tarzına ilişkindir.
Kadınla nasıl yaşanılır sorusuna da bütün ciltlerde yer yer değindim.
Özellikle modernite koşullarında kadınla yaşamak büyük önem taşır. Öyle
kız istemek, aramak ve kandırmakla, ‘genel’ veya ‘özel’ evlerde, çocuklu
veya çocuksuz birlikte yaşamakla çözümlenecek bir sorun değildir.
Toplumsal sorunların kalbinde ve beyninde başköşeyi işgal eden bu sorunu
çözmek için bilimsel, felsefi, etik ve estetik yaklaşım temel alınmak
durumundadır. Çağımızda, kapitalist modernite koşullarında kadınla özgür
eş yaşam büyük sorumluluk gerektiren ve bilimsel, felsefi, etik ve
estetik yaklaşım gücü isteyen bir yaşamdır. Kadının uygarlık tarihinde
ve modern çağda içine konulduğu statüyü bilmeden, etik ve estetik
yaklaşım gücü göstermeden, birlikte hangi türü denenirse denensin, içine
girilecek her yaşam yanlışlık, ahlâksızlık ve çirkinlikle sonuçlanmak
durumundadır.
Yaşamı heba etmemek için, öncelikle kadınla yaşamın doğru, ahlâklı ve
estetik (güzelce olanı) biçimlerini gerçekleştirmek şarttır. Tüm kölelik
biçimlerinin kişiliğinde denendiği ve özümsetildiği kadın kimliğini
çözümlemek, özgürlük ve eşitlik davasının yoldaşı ve yaşamdaşı yapmak,
doğru, ahlâklı ve güzel erkek olmanın da temel koşuludur. Savunmadaki
satırlar doğru okunursa, bu yönlü yaşam tarzına neden önem verdiğim ve
ilkesel kıldığım daha iyi anlaşılacaktır. Modernitenin iktidar eksenli
uygarlık ahlâkının dayattığı cinsiyetçi kadını ‘becerme’ (biyolojik
cinselliğin bile yozlaştırıldığı ilişki biçimi) ilkelliği içindeki yaşam
tarzı, büyük ahlâksızlık ve çirkinlik üretir. Buna karşı yürüttüğüm
büyük savaşım ve sonuçları doğru kavranırsa, yaşam kadınla daha ahlâklı
ve güzel yaşanır. Bunun için sorumluluktan pay alan her erkek ve
kadının, özellikle kadının güçlenmesi, özgürleşmesi ve tüm toplumsal
alanlarda denk bir seviye kazanması için bilimsel, felsefi, etik ve
estetik yaklaşım ve pratikleri sürekli geliştirmesi ve örgütlemesi,
demokratik ulusun zihniyet ve kurumlarında yaşamsallaştırması gerekir.
İster içeride ister dışarıda, ister ana karnında ister fezanın herhangi
bir anında ve mekânında olsun, insan yaşamı ancak toplumsal olarak
özgür, eşit (farklılık içinde) ve demokratik yaşanabilir. Bunun
dışındaki yaşam biçimleri sapaktır, dolayısıyla hastalıklıdır. Doğruya
getirilmesi ve sağlıklı kılınması için devrim dahil çeşitli toplumsal
söylem ve eylemlerle mücadele edilir. Bunun için de etik, estetik,
felsefi ve bilimsel zihniyet ve irade oluşturulur.
O halde olası bir çıkışta her nerede olursam olayım, hangi anda yaşarsam
yaşayayım, mensubu olmaya çalıştığım toplumsallık için, bunun en trajik
bir gerçeğini yaşayan Kürtler için, onların çözüm ve kurtuluş yolu olan
demokratik uluslaşmaları için, parçası oldukları komşu halklar başta
olmak üzere tüm Ortadoğu halklarının çözüm ve kurtuluş yolu olan
Demokratik Uluslar Birliği için, onların da bir parçası oldukları dünya
halklarının çözüm ve kurtuluş yolu olan Demokratik Uluslar Birliği için
sonuna kadar gerekli olan her söylem ve eylem tarzıyla sürekli mücadele
içinde olacağım doğaldır. Bunun gerekli kıldığı etik, estetik, felsefi
ve bilimsel güçle büyük pay kazanan hakikat kişiliğimle yürüyeceğim,
yaşamı kazanacağım ve herkesle paylaşacağım.
21 Aralık 2010
Abdullah ÖCALAN
İmralı Kapalı F Tipi Tek Kişilik Oda Hükümlüsü
*Soykırım Kıskacında Kürtler adlı kitabından alınmıştır.