Pages

6 Haziran 2012 Çarşamba

0 DOM Kısa Film


Mıtırp,Dom ,çingene
“Kimliğim beni başka hiç kimseye benzemez yapan şeydir.”[1]

Herhangi bir kimlik kartınızın olmadığını hiç düşündünüz mü?
Kimliğinizin, doğduğunuz coğrafyada bir türlü yer bulamayışını?
Mesela komşularınıza göre bir başka türlüsünüz. Başka türlü diliniz, başka türlü eğlenceniz, başka türlü kültürünüz…
Öyle ki insanlar da size durmadan bunları anımsattırıyor.
Mesela kimlik kartınız olmadığı için okula gidemiyorsunuz.
Yaşıtlarınız karnelerini aldığı zaman siz karnelere bakıyorsunuz, içiniz acıyor. Kimlik-siz-liğinize için için acıyorsunuz, acıyor çocukluğunuz.
Belgesel 10 yaşındaki Levent ile başlıyor.  İlk sahnede Levent kemençe çalıyor. Ardından Nusaybin sokaklarında otostop çekiyor. Yönetmen Halil Aygün bu belgeseli çekerek gözün ardında kalan bir kimliği sahneye koyuveriyor. Derken başlıyor hikâye…
“Neden kimliğin yok?” dediler. “Bilmiyorum” dedim.
O, okula gidemiyor, doktora gidemiyor. Çünkü kimliği yok ve neden kimliğinin olmadığını o da bilmiyor. Ama bildiği bir şey var; yaşıtları karnesini sorduğunda içi yanıyor.
Bir başka ‘Dom’un hikâyesine geçmeden önce 10 yaşındaki Levent’in sözleri, bakışları ve en son yutkunuşu ince ince işliyor zihninize:
Biz Subaşı’na gidiyoruz, geziyoruz. Otostop çekiyoruz. Diyorlar ki, siz niye bu kadar çok geziyorsunuz? Durumumuz iyi olmadığı için geziyoruz, diyorum. Diyorlar ki hırsızlık yapıyorsunuz, bir daha Subaşı’na gelmeyin.”
Çingenelere benzer bir yaşam tarzları var ve çalgıcılıktan para kazanıyorlar. Ama Çingene değiller. Kürtçenin Kurmanci lehçesini konuşuyorlar ama bu kendilerine sorulduğunda bunun kendi dilleri olmadığını kendilerine has özel ve Kürtçeden farklı bir dilleri olduğunu söylüyorlar. Dağ, yayla, ova yaşamına alışık ‘Dom’lar, darbeden sonra zorlaşan hayat koşulları neticesinde zorla yerleşik hayata tabi tutulmuşlar. Göçebe yaşamına alışık Domlar, ortamlarından koparıldıktan sonra geçimlerini müzik yaparak sağlamaya başlamışlar. Onlara sorarsanız, ne Kürtler ne de Çingene. Onlar, kendilerini Dom olarak ifade ediyorlar.  Bunu, etnik bir aidiyet olarak görüyorlar. Komşularına sorarsanız, onlar Mıtırpdır.
 “…Hıristiyanların Paskalya bayramına gitmeye karar verdik. Biz arabayla giderken yolda arama vardı, askerler bizi çevirdi. Komutan, Siz kimsiniz, nereye gidiyorsunuz diye sordu. Geziciyiz dedik, anlamadı.  Mıtırbız, dedik anlamadı. Aşığız dedik yine anlamadı. Komutan benim bildiğim aşık, birine gönül vermiş kimsedir, dedi. Siz Çingene misiniz, diye sorunca, hayır biz çingene değiliz dedik…”
‘Dom’lar, yani çalgıcılık yapan Kürtler(içinde eridikleri toplum anlamında) ya da Kürtçe konuşan mıtırplar, çadırlarda yaşayıp sürekli yer değiştirirlerdi. Özellikle 80′lerden sonra yerleşik hayata geçiyorlar. Yerleşik hayata geçtikten sonra geçimlerini “rıbap” yada “kemençe “ adını verdikleri çalgıyla sürdürmeye başlalar.
“…Aynı topluluğa ait olanlar “bizimkiler” olur, yazgılarına arka çıkmak istenir, ama onlara karşı zalimce davranmaktan da kaçınılmaz; “ılımlı” görülürlerse kınanır, yıldırılır, “hain” ya da “döneklikle” suçlanırlar. Ötekilere gelince, karşı kıyıdakilere gelince, kendimizi asla onların yerine koymaya çalışmayız, şu ya da bu sorunla ilgili olarak tamamen haksız olamayacaklarını kendimize sormaya hiç gelemeyiz, onların şikâyetleri, çektikleri acılar, kurbanı oldukları haksızlıklar karşısında yumuşamaktan kaçınırız. Sadece, çoğu zaman topluluğun en militan, en laf ebesi, en aşırı kesiminin bakış açısı olan “bizimkiler”in bakış açısı önemlidir.”[2]
Komşu kızını severse Dom delikanlılar, işleri zor. Çünkü yerli halk, ‘Dom’lara kız vermiyor. Dom delikanlıların para kazanabilecekleri tek iş rıbap yani kemençe çalmak. Bazen mağaralarda yaşıyorlar bazen de köylere gidiyorlar. Çoğu zaman köylerden kovuluyorlar. Şehir dışına çıkamıyorlar çünkü Türkçe bilmiyorlar.
Yönetmen Aygün, bizleri bu belgeseliyle güzel kemençe çalan, kimlik kartı olmadan yaşayan, ayakları topraktan kesik ve bir o kadar toprağa bağlı insanlarla tanıştırıyor. Bu insanlar, toplum ve devlet tarafından devletsiz, dilsiz varsayılışlarına tepkililer.
Genç yönetmen Aygün 22 dakikalık belgesel ile ‘Dom’ların kimlik sıkıntılarını, yaşama dertlerini, müziklerinin güzelliklerini, tanımlanmamış aidiyetsiz hürlüklerini rıbap sesiyle bir anda dünyamıza alıveriyor. Bu kısa filmde, yaşlı, çocuk, kadın, erkek derken toplam 7 farklı hikâyeyi görüyoruz.

İzlemek için linki tıklayınız : http://effest.erciyes.edu.tr/eff5/dom.html

0 Uçaktan atlarken neden “Geronimo” denir?


Uçaktan atlarken neden Geronimo denir?

Uçaktan atlarken neden “Geronimo” denir?

2. Dünya Savaşı’nı anlatan Hollywood filmlerinin klişesidir. Filmin hemen başlarında, hava harekatı sırasında paraşütçüler uçaktan atlamak için açık kapının yanında arka arkaya sıralanırlar. Yüzlerine vuran rüzgardan gözleri kısılır, henüz paraşütle atlama işinin acemisi olanların korkusu yüzlerinden okunur. Beklenir, beklenir… Neticede emir gelir ve askerler sırayla uçaktan atlamaya başlarlar. Kendini kapıdan bırakan asker 
“Geronimooooo!..” diye haykırmaya başlar.
Peki neden?

Geronimo’nun Apaçi Kızılderililerinin son lideri olduğunu çoğumuz biliyoruz. Ancak uçaktan atlarken ABD askerlerinin bu savaşçının adını anması sizce de biraz garip değil mi?
İşin doğrusu, ben bu konuyu incelemeden önce “Geronimo!” haykırışının son Kızılderili liderine bir saygı ifadesi olarak kullanıldığını sanıyordum. Ancak ABD’nin böyle “düşünceli” davranışlarda bulunmasının pek adetten olmadığını bildiğimizden, gerçek sebebiyle ilgili biraz araştırma yaptık. İşte sonuç:
Efendim. 1940larda, ABD ordusu askerlerini savaş alanlarının gerisine kolay yoldan taşımak için uçaklardan paraşütle bırakmanın yollarını aramaktadır. Bu konudaki ilk ciddi deneme, Paraşüt Deneme Müfrezesi (Parachute Test Platoon) adıyla anılan 50 asker üzerinde uygulanır.

Bu askerler ABD’nin Georgia eyaletinde bulunan Fort Benning’de konuşlanır, bütün yaz mevsimini sırtlarındaki standart ekipmanların üzerine paraşütleri eklenmiş halde talim yaparak geçirirler. Her günün sonunda, askerlerin kafalarını dağıtabilmeleri ve dinlenmeleri için izin verilir. Onlar da çoğunlukla havalandırmalı Main Post Tiyatrosu’na o gecenin filmini seyretmeye giderler.
1940 Ağustos’unun bir gecesinde, gecenin filmi Paramount’un Geronimo isimli western filmidir. Film sonrası geri dönerlerken, askerler ertesi günkü atlamayla ilgili konuşurlar. Bu atlayış, öncekilerin aksine ilk grup halinde atlayışları olacaktır. O güne kadar yalnızca bir kaç kere solo atlama yapan paraşütçüler heyecanlıdırlar. Askerlerden biri, 1.90′lık boyu ve iri yapısıyla diğerlerinden kolayca ayrılan Georgia yerlisi er Aubrey Eberhardt’tır. Atlayışla ilgili korkusunun olmadığını, atlayışın kolay geçeceğini söyler, arkadaşlarına caka satar.

Ancak arkadaşları bu sözüne bozulurlar. Hepsi korkmuşlardır ve onun da korkmasına rağmen, erkekliğine yediremediği için bunu kabul etmediğini söylerler.
Eberhardt, “Tamam ülen!” der. “Siz korkaklara, zerre miktar korkmadığımı göstermek için, yarınki atlayış sırasında Geronimo diye avazımın çıktığı kadar bağıracağım!”
Ertesi günkü atlayışta sözünü tutar. Uçaktan atlarken, herkesin duyabileceği bir sesle “Geronimoooooo!” diye haykırır. Müfrezenin geri kalanı altta kalacak ve onun dırdırını çekecek değildir, her biri atlayış sırasında aynı şekilde bağırırlar:“Geronimoooooo!”
Böylece bir askeri paraşütçülük adeti doğmuş olur.

Sonraki yıl, ABD ordusunun ilk resmi paraşüt birimi kurulduğunda (501st Parachute Infantry Battalion), Geronimo ifadesi alayın sloganı olarak belirlenir. Alay komutanı, Geronimo’nun torunlarına ulaşır ve ismini kullanabilmek için izin alırlar. Bugün, bu alayın sloganı hala aynıdır.
2. Dünya Savaşı sonrasında ABD Ordusu, atlayış sırasında bağırmayı yasaklar. Zira paraşütçülerin haykırışlarının operasyonlar sırasında birliklerin yerini deşifre edebileceğinden korkarlar.
Savaş sırasında paraşütçülerin yaşadıkları medyada yoğun olarak işlendiğinden, halkın beynine iyice kazınır. Askerler bağırmayı bıraksalar da, sivil paraşütçüler Aubrey Eberhardt’ın haykırışını tekrarlamaya devam ederler:
“Geronimoooooo!”

0 Everest’ten Daha Tehlikeli 5 Dağ


Everest'ten daha tehlikeli 5 dağ
Bugüne kadar yüzlerce dağcı, Everest’in zirvesine ulaşmaya çalışırken hayatını kaybetti. Ancak dünyanın en yüksek dağı olması, Everest’i dünyanın en tehlikeli dağı yapmıyor. Bugüne kadar Everest’in zirvesine yaklaşık olarak 3000 dağcı başarıyla ulaştı, ki bunların arasında 13 yaşında bir çocuk, bir görme engelli ve 73 yaşında bir kadın (Bu ayki tırmanışıyla kendi rekorunu egale etti) da vardı.
İşte Everest’ten daha tehlikeli olarak görülen ve ölümlerin daha sık yaşandığı 5 dağ:

1. Kangchenjunga (8586 metre), Hindistan

Kangchenjunga
1955 yılında Kangchenjunga Dağının zirvesine ulaşmayı başarana kadar, dağcılar yaklaşık 50 yıl uğraştılar. Uçurumlarla dolu ve değişken hava koşullarıyla meşhur bu dağın direkt tırmanışa uygun bir rotasının da bulunmaması, tırmanışları çok daha riskli hale getirdi. Geçtiğimiz yıllar içinde hemen hemen bütün zirve tırmanışlarında ölüm oranları düşse de, Kangchenjunga bu konuda bir istisna. 1990lardan beri tırmanış sırasında ölüm sayısı %22 oranında arttı. Bu güne kadar yalnızca 187 dağcı, bu dağın zirvesine ulaşmayı başardı.

2. K2 (8611 metre), Çin- Pakistan sınırında

K2
K2′nin zirvesine ulaşan her 4 dağcıdan birinin hayatını kaybettiğini söylersek, bu dağın ne kadar riskli olduğunu kolayca anlatabiliriz. Dik yapısı, buzlarla kaplı yamaçları ve Everest’ten daha zor tahmin edilebilir hava durumu ile başa çıkabilmek oldukça zor. 1954 yılında ilk olarak zirvesine ulaşılan bu dağa, o tarihten beri 280′e yakın dağcının başarıyla tırmandığı biliniyor. 1939′dan beri onlarca ölüm yaşanan bu dağda, ölümlerin büyük çoğunluğu iniş sırasında gerçekleşiyor. Toplam ölüm sayısı Everest’ten az olsa da, K2′ye tırmanış sırasında yaşanan ölümlerin toplam tırmanış sayısına oranı, Everest’inkinden çok daha fazla. 1990′dan beri yaşanan ölümlerin oranı, %19.7 ile Kangchenjunga’nın biraz altında kalıyor.

3. Annapurna (8091 metre), Orta Nepal

Annapurna
Annapurna’nın toplamda 6 adet zirvesi bulunuyor. Bunlardan en yükseği, 8091 metre ile Annapurna 1 zirvesi. Dağa tırmanışta ilk başarı 1950′lerde elde edilmiş. Bugüne kadar 130 kişi tırmanmayı başarmış ve bunlardan 53′ü tırmanışta hayatını kaybetmiş. Dünya sıralamasında 10. yüksek dağ olabilir, ama tırmanış sırasında ölüm oranı %41′i buluyor. İstatistiksel olarak bu, tehlikeli dağlar arasındaki en yüksek oran.

4. Nanga Parbat (8126 metre), Keşmir – Pakistan

Nanga Parbat
“Adam öldüren” adıyla da bilinen bu dağ, yükseklik sıralamasında dünya 9.su. Ancak 4000 metrelik dağ yüzü, dünyanın en yükseği olma özelliği taşıyor. Dağın güney yüzündeki bu buzdan duvar, 1953′teki ilk başarılı tırmanıştan beri dağcıları cezbetti. O günden beri 263 kişi dağa tırmanabildi. Ancak çoğunluğu 1953′ten önce olmak üzere 62 dağcı da denerken hayatını kaybetti. Geçtiğimiz yıllarda dağda meydana gelen ölümlerin toplam tırmanış sayısına oranı %5.5 olarak ölçüldü. Bu da Everest’in 4.4′lük oranından biraz daha yüksek.

5. Eiger (3970 metre), İsviçre

Eiger
İsmi Almanca’da “Gulyabani” anlamına gelen bu dağın, yüksek dağlar sıralamasında adı yukarılarda yer almıyor. Ancak meşhur kuzey yüzü sebebiyle dağcılık dünyasında oldukça kötü bir şöhrete sahip. 1830 metrelik “Ölüm Duvarı” adı verilen bu yüze tırmanmak için en güvenli zaman dilimi, zorlu kış şartlarının yaşandığı kış ayları olarak gösteriliyor. Bu tezat gibi görünebilir, ancak hava sıcaklığının daha yüksek olduğu aylarda, eriyen buzla beraber kaya parçaları da düşüyor ve bu da dağcılar için büyük bir tehlike oluşturuyor. Eiger2a ilk olarak 1938′de tırmanıldı. En az 64 dağcının, tırmanış sırasında hayatını kaybettiği biliniyor.
Bu yazı Mental Floss’da yayınlanan 5 Mountains Deadlier Than Everest yazısından tercüme edilmiştir.

0 Kürd Kalmak mı Türkiye’nin Kürdü olmak mı?


Son günlerde ne hikmetse hem “Kürd siyasetçiler” hem de “Türk aydın ve yazarlar “ telaş içinde Türk medyasında, “ Kürdistan Kuruluyor “ konusunda bir tartışmadan ziyade; bir ihbar ile yer almaya başladılar! Bunun altında yatan niyet ne olursa olsun pek hayra yorumlanamaz. Çünkü apaçık bir ihbar söz konusudur ve bunu yapanların içine düştükleri konum ise muhbirliktir. Muhbirliğin pek muteber bir iş olmadığını hepimiz biliyoruz. Muhbirlik illa bir ücret karşılığında yapılıyor diye bir kural yok. Bazen kıskançlıktan, bazen bir şeyleri kotarmak için, bazen birilerine yaranmak, bazen bir şeyleri sabote etmek, bazen başarıya ulaşılmasın diye yapılır. Muhbirlik ajanlık olmasa da yapılan  iş itibarı ile paralellik söz konusudur. Diğer adıyla ispiyoncu demek daha doğru olur.

Konuyu telaş ve korku içinde medyaya yansıtan  isimleri sıralamak gerekirse: Murat KARAYILAN, Selahattin DEMİRTAŞ, Aysel TUĞLUK, Osman BAYDEMİR, Hasan  CEMAL, Cengiz ÇANDAR  ve de Altemur KILIÇ görülüyor. Ortak tema “ Kürdistan kuruluyor, bağımsızlık söz konusu, PKK ile anlaşmazsanız yarın geç olabilir “ türünden uyarı ve ihbar iç içe  veriliyor. Süreci takip edenler bu açıklamaların ne anlama geldiğini iyi biliyorlar, TC devletinin çıkarlarının zedeleneceği kendisine hatırlatılıyor. Sanki devlet ve kurumları olayı bilmeyecek kadar bilinçsiz veya umursamayacak kadar duyarsızmış da bunlar farklı pencereden uyarı görevlerini tez elden ulaştırmanın derdindeler! Bu konuda utangaç ve örtülü  bir dil kullansalar da ne dediklerini gayet iyi anlıyoruz ! “ Bir an önce Öcalan ve PKK ile anlaşmaya bakın yoksa işin içine uluslar arası aktörler girerse iş Kürdistan devletinin kuruluşu ile sonuçlanacak” demeye getiriyorlar.
Bunu dillendirenlerden Kürd olanlar; “Biz  Türkiye’den kopmak istemiyoruz. Bağımsız bir Kürd devleti filan da istemiyoruz. Bize Kürd bölgesinin yönetimini verin yeter, bunun için ‘demokratik özerklik’ uygundur. Hatta yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve kültürel bazı haklar bile yeterlidir “ demeye getiriyorlar. Bunun garantörlüğünü de Öcalan olarak belirtiyorlar. 18-20 kadar özerk bölge öneriliyor, zaten yedi bölge mevcut bunların sayısını çoğaltmak ile Kürd halkının hangi ulusal talebi karşılanacak bilemiyorum ! Daha ileri giden KARAYILAN “Türkiye’de yönetim anlayışı ademi merkeziyetçi olursa, seçimler de demokratik yapılırsa, kim kazanırsa bölgesel yönetimi o yönetir “ derken, seçimin tek kıstas olduğunu ve bununla MHP’nin dahi  bölgeyi yönetme adayı olabileceği ihtimaline açık hale getirebiliyor. Aysel TUĞLUK “Kürt meselesi sadece Öcalan üzerinden “kazan-kazan” prensibiyle çözülebilir. Diğer bütün yollar “kaybet-kaybet”e çıkar...”  diyerek bir halkın iradesini, özgürlüğünü  bunun karşılığında pazarlık konusu edebiliyor. DEMİRTAŞ “ Suriye Kürdleri de özerklik elde ederlerse Türkiye’nin üç tarafı Kürdistan ile sınır olacak, Türkiye’deki Kürdleri (biz olmadan) nasıl zapt edeceksiniz ?” demeye getirirken, Kürdleri topraksız bir konumda değerlendirebiliyor. İyi o zaman “ Afrika’dan yurtluk” isteyin, sorun kökten çözülmüş olsun mantığınıza hayran olmamak mümkün mü!
Hasan CEMAL ve Cengiz ÇANDAR ise “ sorunu Öcalan ve PKK ile  hemen çözmenin  yollarını bulun,  yoksa, uluslar arası aktörler devreye girerlerse kaybederiz. Kürdistan kurulur, Kürdler bizden koparlar. CEMAL, “  Türkiye rahatlar, manevra alanı ve bölgesel nüfuzu genişler. Yoksa işimiz zor.” Devletinin çıkarlarını bu şekilde açıkça dile getiriyor. İşte ‘Kürd dostları’ dediğimiz ‘demokrat Türk aydını’na iki tipik örnek.
Irkçı ve faşist Altemur KILIÇ’da “ Büyük Kürdistan kuruluyor, devlet nerede uyuyor mu? “ diyerek bu muhbirlere farklı bir ses olarak katılıyor. Söylenenler bu manada ispiyonlamadır, niyetler  ne olursa olsun ifadeler aynı kapıya çıkmıyor mu? Bu açıklamaların Kürdistan Ferderal Bölgesinin başkanı Mesut BERZANÎ’nin  Amerika’da Obama tarafından resmi düzeyde kabulüne rastlaması ayrı bir telaşın yaşanmakta olduğunu göstermiyor mu ?
Kürdistan sorunu yakıcı bir şekilde Orta Doğu’nun en büyük depreminin habercisi olmaya devam ederken, bir ayrışmanın da habercisi oluyor. Bu ayrışmanın Kürdler arasında yaşanıyor olması, sağlıklı bir mücadelenin zeminini de oluşturacak. Kürdistanî Kürd kalmak ile Türkiyeli Kürd olma arasındaki tercihin yapılacağı bir sürece girilmiş demektir.

Tevger Çekdar - 15 Nisan 12

0 27 Mayıs Darbesi ve Özeleştiri-49’lar Olayı-Sivas Kampı


27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi’nin üzerinden 52 yıl geçti. Bu askeri darbe ile ilgili tartışmaların canlılığı,  dünden ve geçmiş yıllardan daha fazla.
Bunun birkaç nedeni var.
Birinci neden: Bu askeri darbe döneminde, halkın ezici çoğunluğunun oy’unu alan hükümetin Başbakan’ının, Dış İşleri ve Maliye Bakanlarının asılmış olmasıdır. Bunun trajik bir boyut ve büyük haksızlık olduğundan şüphe yok. Demokrat Parti’ye oy veren seçmenin, halk kesimlerinin bu trajik olayı unutması düşünülemez.
İkinci neden: Darbelerle ilgili sorgulama ve araştırma yasaklarının ortadan kalkmış olması, darbelerin yargılanmaya başlanması. Özellikle de 12 Eylül 1980 Darbesi hakkında yargılanmanın başlamasıdır.
Üçüncü neden: Darbelerle ilgili olarak Meclis’te soruşturma komisyonunun oluşturulmuş olması ve konunun daha üst düzeyde tartışılmaya başlanması. Araştırma komisyonunun ilgili kişilerden görüş alması için harekete geçmiş olmasıdır.
Dördüncü neden: Demokrasi kültürünün, bireyler, Kürtler, diğer etnik gruplar ve ötekileştirilmiş topluluk arasında gelişmesidir.
Beşinci neden: Yeni bir tarih bilincinin gelişmeye ve olgunlaşmaya başlaması. Resmi tarih anlayışının sorgulanması ve resmi tarihin gerçeklerle ilgilenmediğinin açığa çıkmasıdır.
Altıncı neden: Bütün alanlarda olduğu gibi, darbeler alanında geniş ve derinliğine araştırmaların başlamış olması. Darbeler konusunda demokratik, bütünlüklü, daha geniş ve yaygın bir ret yaklaşımının şekillenmesi ve olgunlaşmasıdır.
Yedinci neden: Darbelerin gerçek nedenleri konusunda bilincin ve bilginin artmasıdır.
Sekizinci neden:  Türkiye’deki darbelerin değişmez gerekçelerinden biri, Kürtler, Kürt ulusal hareketi olmuştur. Darbeciler, Kürtlerle ilgili hak taleplerini bölücülükle tanımlayarak, bunu engellemek için geldiklerini açıklamışlardır. Darbelerin tartışılmasında, Kürtlerle ilgili bilgilenmenin artması ve sahiplenmenin güçlenmesi de, darbelerin tartışılmasını daha anlamlı kılmıştır.
Dokuzuncu neden: Yine darbelerde neden ve hedef gösterilen Siyasi İslam’la şeriatçılık ve teokratizm arasındaki sınırların netleşmesi, İslami duyarlılığı olan bir hükümetin iş başında olmasıdır.
Onuncu neden: Üniter, sömürgeci, otoriter tekçi devletin sorgulanır olması. Devletin yeniden yapılanmasının gündeme girmesi; bu konuda farklı ve çok renkli görüşlerin oluşmasıdır.
*****
Benim kuşak: 27 Mayıs 1960 Askeri darbesiyle, çocuk yaşlarda, ilkokul 3 ve 4. sınıflarda karşılaştı. 12 Askeri darbesini, üniversitede öğrenci oldukları dönemlerde karşıladılar. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesini, meslek sahibi oldukları dönemde, profesyonel devrimci ve Kürtçülük dönemlerinde yaşadılar.
Bizim kuşak, ailelerinden dolayı, 27 Mayıs 1960 Darbesinden etkilendiler. O günler, kuşağımızın bir kesimi için unutulmaz hale gelirken, birileri için de hatırlanmaz günler oldu.
Yine bizim kuşağın bir kesimi ve aileleri için hoş ve güzel günler; bir kesimi ve aileleri için de acı ve unutulmaz günler olarak hafızalara kazındı.
Bizim kuşakta aynı dönemi, iki yönüyle yaşayanlar, his edenler oldu. Bölünmüş ailelerde Demokrat Partililer için acı ve hoş olmayan günler; CHP’liler için hoş ve güzel günler olarak kaldı. Ben de bu parçalanmış bir ailelerin çocuklarından biriydim. Benim etkilenmem de çifte standartlı ve çift yönlü oldu.
12 Mart Askeri darbesini, Ankara DDKO Başkanı olarak Ankara Ulucanlar Cezaevinde tutukluyken karşıladım. Darbe sonrası Diyarbakır Askeri Cezaevine götürüldüm, uzun yıllar cezaevinde kaldım. Yargılamalar sonucunda en yüksek ceza alan iki kişiden biri oldum. İşkencelere, baskılara, İbrahim Kaypakkaya’nın ölümüne, kötü yaşam koşularına tanıklık ettim.
12 Eylül Askeri Darbesi’ni, hakkımda gıyabî tutukluluk kararının olduğu koşullarda, illegal koşullarda siyasi ve Kürtlüğe dair çalışmaları yürütürken karşıladım. Uzun yıllar (18 yıl) cuntaya karşı değişik alanlarda ve sürgünde mücadele ederek geçirdim.
****
267 Mayıs Darbesinin sebepleri, düne bugüne ışık tutacak niteliktedir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, üniter, sömürgeci, otoriter bir devlet olarak kuruldu. Devlet, Türk milletinin devleti olarak kurulmuş olmasına rağmen, devlet de Türk milleti bile egemenlik sahibi olmadı. Sadece küçük bir elit, sivil ve askeri bürokrasi, çıkarları gereği onların etrafında kümelenmiş küçük bir toplumsal kesim, devletin sahibi oldu.
Kürt milletinin bütün ulusal hakları gasp edildi. Kürdistan sömürgeleştirildi ve işgal edildi.
Etnik gruplar ötekileştirildi ve sistemden dışlandı.
Devlet için İslam’a dayalı yeni bir “devlet dini”, suni mezhebe dayalı “devlet mezhebi” yaratıldı.
Tek bir resmi ideoloji benimsendi, Kemalizm’e dayalı bir devlet oluştu. Diğer tüm düşünceler ve fikirler dışlandı, yabancılaştırıldı.
1946 yılında, çok partili sistemin dış baskı ve faydacı yaklaşımla benimsenmiş olması, Demokrat Parti’nin (DP) kurulması. DP’nin 1950 seçimlerinde ezici bir çoğunlukla hükümet olması. 954 yılında da seçimi daha yüksek oyla kazanması, mutlak devlet iktidarının paradigmasını ve ezberini bozdu.
Doğal olarak bir iktidar paylaşımını gündeme getirdi.
Sivil ve asker bürokratik devlet iktidarı sahiplerinin sonuna kadar buna tahammül etmeleri düşünülemezdi. Bu nedenle, DP Hükümetinin yıkılması için gerekçeler yaratıldı, provokasyonlar yapıldı.
İttihat Terakki geleneğinden gelen ve demokrasi kültürünü içselleştirmeyen DP’nin otoriterleşmesini, kendi otoriter ve faşizan yapısını görmeden, DP’yi yönetimden uzaklaştırmanın gerekçesi yapmaya başladı.
27 Mayıs Askeri Darbesi, askerlerin, Demokrat Parti Hükümeti’ne karşı gerçekleştirdiği ve CHP’nin açıkça desteklediği bir darbedir.
Bu darbe sonucu, Demokrat Parti kapatıldı. Hükümet üyeleri, milletvekilleri, il başkanları ve birçok üyesi tutuklandılar.
Tutuklamalardan sonra, birçok hayali suç yaratıldı. Deliller oluşturuldu.
Demokrat Parti’nin hükümet üyelerinin ve yöneticilerini yargılandıkları gizli konulardan biri de, Kürtler işbirliği içinde olmalarıydı.
Bilindiği gibi Demokrat Parti, kuruluşundan sonra, Kürdistan’daki geleneksel yöneticiler ve aileleri ile ilişki kurdu. Demokrat Parti, bu siyasetini, Kürdistan’daki bağımsızlık ulusal direnmelerinden sonra, katledilmiş liderlerin aileleri ve bir bütün olarak Kürtlerle barışmaya dayandırdı. Kürt geleneksel sınıflarından birçok milletvekili seçildi. Demokrat Parti, Kürdistan’da oyların çoğunluğunu aldı ve CHP’nin tekelini kırdı.
Demokrat Parti’nin Van Özalp kazasında katledilen 33 Kürt köylüsünü öldüren Muğlalı hakkında soruşturma açması, soruşturma sonucunda yargıya gitmesi, Muğlalı’nın ağır cezaya çarptırılması, devletin mutlak iktidar güçlerinin hiçbir zaman unutmayacakları bir olaydı.
Ne yazık ki, Muğlalı’nın yargılanmasını sağlayan Demokrat Parti Hükümeti, 1959 yılında devletin derin güçlerinin teşviki sonucu, 50 Kürt aydını ve öğrencisinin tutuklanmasına neden olan (Kürt ulusal mücadele tarihinde 49’lar Vakıası olarak bilinir); aynı çerçevede 1500 Kürdün idamının düşünüldüğü, binlercesinin tutuklanacağı operasyona da imza attı.
Hukuk dışı bir yargılama sonucunda Demokrat Parti’nin hükümet üyelerine, yöneticilerine, milletvekillerine idam cezaları, idam yanında yüksek cezalar verildi.
*****
Darbeden sonra Mili Birlik Komitesi yönetim yaptı.
Darbeciler, “özgürlükleri sağlamak üzere geldiğini” iddia etmesine rağmen, Harbiye Askeri Cezaevinde tutuklu olan Kürt aydınlarını ve üniversite öğrencilerini serbest bırakmadılar.
Darbeciler Kürtler karşı olduklarını, daha kapsamlı Kürt gözaltı ve tutuklamalarıyla ortaya koydular.
O tarihlerde bir Kürt örgütlenmesi olmamasına, silahlı bir Kürt kalkışması olmamasına rağmen, Kürtlerin yüzlerce Kürt beyi, şeyhi, ağası, aşiret reisi ve aydını alelacele evlerinden alındılar; çok kötü koşullarda bilinmeyen (!) bir yere götürüldüler.
Daha sonra gidilen yerin Kürdistan’ın Türklerle sınır kenti olan Sivas olduğunu anladılar.
Sivas’ta bir toplama kampı oluştu. Kürt egemenleri ve aydınları aylarca “Sivas Toplama Kampı”nda tutuldular. Bir dönem sonra, onlardan 55’i de Batı Bölgelerine, Türk şehirlerine sürgün edildiler.
Kürtlere dair bu gerçekler bile, yıllardır bir özgürlük hareketi olarak tanıtılan ve kabul ettirilmiş olan 27 Mayıs Darbesi’nin gerçekten özgürlüklere, demokrasiye, insan hak ve özgürlüklerine, kategorik olarak Kürtlere düşman olduğu, ortaya çoktan çıkmış bir durumdadır.
Yıllarca Türk solcu şöven aydınların etkisiyle biz Kürt aydınları da 27 Mayıs Darbesi’ne olumluluklar yükledik. Özgürlükleri genişlettiğini kabul ettik ve benimsedik.
Kürt aydınlarının bu yaklaşımıyla Bununla büyük bir günah işlediğini/işlediğimizi görmemiz gerekir.
Bir kere daha bu konuda hatalı olduğumu, 27 Mayıs Darbesi’ni uzun zaman yanlış tanımladığımı itiraf ediyor, özeleştiri yapıyorum.
Amed, 29. 05. 2012