Pages

diyarbakır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
diyarbakır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Eylül 2012 Pazar

0 Türkiye'de Toplu Mezarlar

Türkiye’de geçmiş yılların katliamları, çatışmaları, sivil ölümleri, toplu mezarlarla bugün gün yüzüne çıkıyor. Raporumuzun bu bölümünde Türkiye’de toplu mezarların kısa bir tarihçesinedeğindikten sonra neredeyse tamamı Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde olan toplumezarların ayrıntılı verilerine yer vereceğiz.

Türkiye, jeopolitik konumu gereği her dönem savaşların yaşandığı önemli bir merkez olmuştur. Ancak Türkiye’de toplu mezar olgusunu ön plana çıkarabilecek olaylar, başka ülkelerle yaşadığı savaşlar değil, kendi içerisinde gerçekleştirdiği jenosid, tehcir ve bölgesel katliamlardır. Bunların başında da Ermeni Soykırımı gelmektedir. 1,5 milyon Ermeni’nintehcir edildiği ülkemizde, çok büyük katliamlar yaşandığı artık günümüzde daha net bir şekilde biliniyor. Ancak, o döneme ait kayıtların yanında, kanıtlar oluşturabilecek düzeyde henüz net bir bulguya ulaşılmış değil. Birçok alanda o dönemden kalma toplu mezarların olduğu bilinmesine rağmen, bugüne kadar (bir iki yer dışında) bu yönlü bir çalışma yürütülmemiştir.
 

Cumhuriyet öncesi bu katliamdan sonra yaşanan en büyük katliam olayları ise, 1925’ten başlayan ve 1938 yılına kadar neredeyse kesintisiz devam eden Kürt isyanları ve bu isyanların bastırılması sonrası ortaya çıkan katliamlardır. Bu isyanların başında gelen Şex Sait isyanı,Dersim isyanı, Ağrı isyanı gibi isyanlar, bu isimlerinin yanı sıra katliam adlarıyla da gündeme gelmiştir. Dönemin tanıklıkları, günümüze ulaşmış belgeler ve devlet arşivlerinden anlaşılıyor ki, bahsettiğimiz bu isyan süreci sürekli kanla bastırılmış ve binlerce Kürt toplu halde katliamların kurbanı olmuştur. Bu belgeler ve tanıklıklar haricinde bugüne kadar katliamları belgeleyebilecek kalıntılara çok fazla rastlanmamıştır. Bunda en büyük neden ise, bu alanda henüz bir çalışma yapılmayışı olarak gösterilebilir.
Ancak geldiğimiz noktada, ülkemizdeki toplu mezarların zayıf da olsa gündeme gelmesi odöneme ait bazı kalıntıları da bir bir ortaya çıkarıyor. Hazırladığımız Toplu Mezar Raporu’nda da görüleceği üzere, Dersim’de isyan döneminden kaldığı belirtilen
içerisinde 230 kişinin bulunduğu toplu mezar ile Bingöl’de Şeyh Sait isyanında 84 kişinin diri diri yakıldığı köydeki toplu mezar bunlara örnek teşkil edecek nitelikte.


Kısaca geçmiş tarihe değindikten sonra, günümüzde toplu mezarları gündemimize taşıyan
ve 30 yılı aşkın süredir devam eden düşük yoğunluklu savaşa geleceğiz. 1984 yılında silahlı
eylemleri başlatan PKK ile Türkiye güvenlik güçleri arasında gerçekleşen bu uzun soluklu çatışmalı dönem, beraberinde her savaşın yarattığı kirlilikleri de getirmiştir. Devleti yönetenlerin PKK ile mücadelede yetersiz ve etkisiz kaldıklarını hissettikleri dönemde silahlı örgütü destekledikleri savıyla sivil halka yönelik amansız bir mücadele içerisine girdi.Yaşanan bu süreçte binlerce sivil ve silahsız vatandaş, ya kaçırılarak kaybedildi veya sokak ortasında kurşunlanarak faili meçhul cinayetlere kurban gitti. Kimi zamanlar ise, köylerde toplu katliamlara, toplu kaçırılmalara maruz kaldılar.Sivil vatandaşların yanı sıra ölümlerin büyük oranda arttığı 90’lı yıllarda, çatışmalar dayaşamını yitiren PKK militanları, tüm savaş hukuku hiçe sayılarak toplu halde gömülmeye başlanmış, cenazelerini isteyen aileler her seferinde eli boş bir şekilde geri çevrilmiştir. İşte tüm bu toplu kaybedilmeler, ve savaşın pervasız yüzü, Türkiye halklarını toplu mezarlarla tanıştırmaya başladı.


Newala Qasaba ile başlayan süreç
Bölgemizde toplu mezar olayı ilk olarak 1989 yılında gündeme geldi. Bu tarihlerde bölge genelinde bir araştırma yapan Gazeteci Günay Aslan, Siirt'e bağlı Newala Qasaba'da (Kasaplar Deresi) çok sayıda cesedin olduğunu tespit etti. Aslan'ın tespitleri sonucunda aralarında PKK'nin askeri kanadı ARGK'nin ilk komutanı olan ve Gabar Dağı'nda çıkan çatışmada yaşamını yitiren Agit Kod adlı Mahsum Korkmaz ve çatışmalarda yaşamını yitiren birçok PKK gerillasının bulunduğu 73 kişinin ismine rastlanmıştı. Günay Aslan o dönemde olayın peşini bırakmamış ve çalıştığı 2000'e Doğru Dergisi'nde toplu mezarların dosya haberini yapmıştı. Aslan ayrıca 20 Haziran 1989 tarihinde Özalp Cumhuriyet Savcılığı kanalıyla Siirt Cumhuriyet Başsavcılığı'na bir dilekçeyle başvurarak, elde ettiği bilgilerin araştırılmasını istemişti. Aslan'ın başvuru dosyasında, cesetleri Newala Qasaba'ya atılan 73 kişilik isim listesi de bulunuyordu.Ancak Kasaplar Deresi’ndeki toplu mezarlarda bulunan kişi sayısının 73’ün çok üzerinde olduğu ileri sürülüyor. Nitekim dönemin İHD Siirt Şube Başkanı Evin Çiçek, yaptığı araştırmalar sonucu Kasaplar Deresi’ne atılan PKK militanı ve sivil 98 kişinin ismine ulaşmıştı. Toplu mezar iddiaları üzerine dönemin bazı siyasi parti temsilcilerinin girişimi ile  Kasaplar Deresi’nde bir kazı çalışması yapıldı ve yapılan kazı sonucu 8 kişiye ait cenazeye ulaşıldı.

Sivil Kayıplar ve Toplu Mezarlar 
Toplu mezarlarla gündeme gelen bölgede sonraki yıllarda ardı arkası kesilmeyen insan cesetleri çıkmaya başladı. 2003 yılında Diyarbakır’ın Kulp İlçesi’nde askerler tarafından gözaltına alınarak kaybedilen 8 sivil köylünün bulunduğu toplu mezar, 2004 yılında yine Kulp İlçesi’nde askerler tarafından kaçırılarak katledilen 11 köylünün içerisinde bulunduğu toplu mezar, 2005 yılında askerler tarafından kaçırılarak kaybedilen 2 sivil vatandaşa ait toplu mezar bulundu. Toplu mezarların bir bir ortaya çıkmasından sonra İnsan Hakları Derneği öncülüğünde yürütülen çalışmalar sonucunda bölgede aslında yüzlerce toplu mezarın var olduğu, ancak henüz bunların varlığı konusunda bir bilginin olmadığı ortaya çıktı. 
Bu tarihlerden itibaren neredeyse her gün toplu mezarlara ilişkin ihbarlar alınmaya başlandı ve ihbarlar sonucu gidilen her alanda toplu mezarlarla karşılaşıldı. 

Hizbullah’ın Mezar Evleri
90’lı yıllarda savaşın yoğun bir şekilde yaşanması sonucu yaşamını yitiren siviller ve örgüt militanlarının toplu bir şekilde gömülmesiyle oluşan toplu mezarlar Newala Qasaba olayındansonra uzun bir süre gündeme gelmedi. 2000 yılında ise Türkiye ilginç bir vakayla, yani‘mezar evler’le tanıştı. Bu dehşet verici manzarayı yaratan da bölgede Hizbul-Kontra olarak bilinen Hizbullah örgütü oldu. Yaptığı eylemlerle 90’lı yıllarda kamuoyunun gündemine gelmeye başlayan Hizbullah örgütüne yönelik operasyon İstanbul’da 17 Ocak 2000 tarihinde yapıldı. Polis, aralarında Zehra Vakfı Başkanı İzzettin Yıldırım'ın da bulunduğu işadamlarının kaçırılmadan önce cep telefonlarıyla yaptıkları görüşme ve mesajları inceledi ve Kanlıca Kaptanlar Mahallesi Mühendis Çıkmazı Sokak'taki bir eve baskın düzenlendi. Polisin örgüt üyeleriyle girdiği ve televizyonlar tarafından naklen yayınlanan 4.5 saatlik operasyon sonucunda evde bulunan Hizbullah örgütü lideri Hüseyin Velioğlu ölü, örgütün Marmara ve Ege sorumlusu Edip Gümüş ve askeri kanat sorumlusu Cemal Tutar sağ olarak ele geçirildi.Evde yapılan aramada, İslamcı yazar Konca Kuriş ve Malki cinayeti davası sanığı MehmetSümbül’ün sorgulandığı video kasetler, kayıp 11  işadamının da aralarında bulunduğu yüzkişilik “kaçırılacak insan listesi” de bulundu.Operasyondan iki gün sonra Edip Gümüş’ün ifadesi doğrultusunda Üsküdar’da bir eveyapılan operasyonla da Hizbullah’ın, eşi görülmemiş bir toplu mezar vahşetine giriştiği ortaya çıktı. Evin kazılan her köşesinden toprağa gömülmüş cesetler çıktı. Elleri ve ayakları bağlı olan ve cenin pozisyonunda gömülen 10 cesetten bazılarının kafatasında beton çivisi bulunduğu, kol ve bacaklarının kırıldığı ve kesildiği, maktullerin işkenceye maruz kaldıkları belirlendi. Yakalananların ifadeleri doğrultusunda Etimesgut'ta bir gecekondu olan evin bo drum katında yapılan kazılarda İstanbul'daki gibi elleri arkadan bağlı ve çıplak gömülmüş 3 ceset bulundu.


Türkiye genelinde sürdürülen operasyonlar çerçevesinde 21 Ocak 2000'de
Konya’nın Meram İlçesi’n de düzenlenen operasyonda da bir evin bodrum katında, biri kadın 3 cesede ulaşıldı. İstanbul'da 28 Ocak 2000’de Kartal Çavuşoğlu Mahallesi’nde villa tipi evde yapılan aramada da 9 ceset bulundu.
Batı illerindeki mezar evlerin bulunmasının ardından gözler binlerce kaybın bulunduğu bölgeye çevrildi. Örgütün ele geçen belgeleri
doğrultusunda Diyarbakır 'da bir mezar evde kazı çalışması yapıldı ve çürümüş cesetlere rastlandı. 4 gün boyunca süren kazı çalışmaları sonucunda aynı evden 11 ceset çıkarıldı.

Beykoz operasyonun ardından 19’u İstanbul Üsküdar ve Kartal’da olmak üzere, Diyarbakır Mardinkapı’da, Tarsus’ta, Konya’da,Ankara’da ve Batman’da bulunan mezar evlerden tam 52 kişinin cesedi çıkartıldı.

Unutulmaya yüz tutmuş mezar evler 2006 yılında tekrar ortaya çıktı. Şırnak’ın Cizre İlçesi’nde Hizbullah’a ait olduğu öne sürülün bir evin bahçesinde yapılan kazıda 2 kişiye ait kafatası ve kemikler bulundu.

16 Ağustos 2011 Salı

0 Kürt'lerin Efsanevi Dengbêji Karapêtê Xaço


Kürt'lerin Efsanevi Dengbêji Karapêtê Xaço

Çocuktum. Neredeyse bundan kırk yıl önceydi. Diyarbekirin yakıcı, kavurucu, gündüz güneşinde yumurta pişiren, yaz gecelerinde de uyumak için taht dediğimiz ahşaptan yapılma ve etrafı sıtara denilen beyaz cibinlikle çevrili toprak damlı şehir evlerinin sefalı mekânlarında sabahı getirmeye çalışırdık.


Bir Garip Garabêt


"Diyarbekir li rastêda
Olî camî di ortêda
Xvedê muradamın u bejna zırav bike
Nava text u starê da. " *

Dengbêj sesini duyduğumdan ve ilk dengbêji tanıdığımdan bu yana hep düşünmüşümdür. Acaba dünyanın bir başka coğrafyasında enstrümana bağlı kalmadan salt insan sesiyle müzik yapılan bir başka ülke var mıdır ? Cehaletimi okuyanlar bağışlasın ama bunca yıllık ömrümce ben duymadım. İşte dengbêjlik asıl böylesine bir müzikâl otantizmi bünyesinde barındırıyor gibi.
Çocuktum. Neredeyse bundan kırk yıl önceydi. Diyarbekirin yakıcı, kavurucu, gündüz güneşinde yumurta pişiren, yaz gecelerinde de uyumak için taht dediğimiz ahşaptan yapılma ve etrafı sıtara denilen beyaz cibinlikle çevrili toprak damlı şehir evlerinin sefalı mekânlarında sabahı getirmeye çalışırdık.
Gündüzün kavurucu sıcaklarının bazalt taşlarda yarattığı sıcaklık, istesek de avluda ya da toprak damın altında uyku tutmaya izin vermezdi. Biraz da böylesine bulunmuş bir yaşam becerisiydi yaz akşamlarının dam sefası.
Diyarbekir gündüzünün parke taşlı daracık sokaklarının komşu yarenliği, akşamları damlarda bitişik komşularla bir başka şekilde sürerdi. Örnek olsun diyedir. Toprağı bol olsun bitişik komşumuz Şeyh Ali amca kılıç artığı eşi Fatma teyzeye, sırf komşulara espri konusu olsun diye biraz da sesini yükselterek derdi ki ;

" İsfahanda işlerem,
Xençerımi gümüşlerem,
Fatê kafam kızarsa
Hem öperem hem dişlerem." İfadesi ortalığı neşeye boğardı.

Sırt üstü tahtta uzanmış ve avuçlarımızla gök yüzünün silme yıldızlarını toplayacakmış gibi duygularla yüklüyken, birden çok da uzak olmayan bir komşu damın tahtındaki radyodan bir dengbêj sesi alıp bir yerlere götürürdü dinleyenleri. Nereden bilebilirdim ki ;

" Lo lo Diyarbekir bi dikan e
Wele berê wan dikanan
Li baxçe û hasîlan e "

diye başlayan o günlerin tutkulu ve yasaklı sözlerinin sahibinin Karabetê Xaço olacağını.

Sonrasında o radyonun kimliğini merak edip öğrenecektim 1960'lı yılların sonu ve Erivan Radyosu'ydu o radyo. Radyo ê Dengê Erîvan ê , Kilamên Cemeta Kurdan ( Erivan radyosunun sesi, Kürtçe Şarkılar ) diye başlayarak Lawikê Metînî, Dêre sore biçuk e, Bawê Fexriya parçalarının cızırtılı seslerle ünlenen dinleyicileriydik.

Bu denli uzunca bir girizgahtan sonra sözü bende derin izler bırakan Salihê Kevîrbiri'nin Karabetê Xaço kitabına** getirmek istiyorum. Salih'in kitabını geçtiğimiz 2002 yılının 2 Ağustosunu 3 Ağustosa bağlayan gününde ve bana göre de çok anlamlı bir günde okumuştum.

Bütün yazılı ve görsel basın söz ve ağız birliği etmişçesine " Kürtçe serbest " diyorlardı. Yine yakın zamanda Diyarbakır Büyükşehir Belediyesinin ikinci kültür, sanat festivalinde Muhsin Kızılkaya'nın yönettiği " Dengbêjler Divanı"nı izlemiştim. Ve hemen ardından epeyce dışarıdan olsa da Yaşar Kemal'in iyice edebiyat yaptığı "Karıncanın su içtiği "kitabından Dengbêj Uso 'nun sesinden kuşların piri Feqîyê Teyran'ı okumuştum.

Bütün bunlar zamanlama açısından sanki Salih'in kitabı ile örtüşüyordu. Kitapta da ifadesini bulduğu gibi, Erivan radyosu bir dönem Kürtlerin kalplerinin aynası olmuştu da...Neden o radyodan seslerini dinlediklerimizin tümü değil de bir kaçı beni etkilemişti...Belki de en çok bu sorunun yanıtını aramaya itmişti Salihê Kevirbîri beni.

Bir masal devi sanki Karabet, sırtını bir zamanların yasak bölgesi sayılan Meleto Dağına dayamış ; Kevanê Qîre , Deşta Bîşerîyê ve El Medina (Batman)'ya karşı kılam söylüyor. Söylüyor, söylemesine ya ! peki beni neden Erivan radyosunda bir dolu dengbêj, stranbêj seslerini dillendirdiği halde ; iki komşu yerleşim biriminden yetişen, Bişêri ve Sason'lu Aram ê Dikran'la Karabetê Xaço etkiliyor.

Belki de coğrafyanın müzikâlitesinin gizi diye düşünmeden ve kendi kavlimce yorum getirmeden de edemiyorum.

Kitaba baş vuruyorum bu yorumumu güçlendirmek adına...Hemen bir sürprizle karşılaşıyorum. Halep'te kendisine verilen pasaporttan anlaşıldığı kadarıyla, Karabetê Xaço 3 Eylül 1900'de Diyarbekir'de doğmuş. Ayrıca Aram'ın da bir tarafı Silvan, nam-ı diğer Farkin'e dayanır. Sonuç da Silvan da Diyarbekir'in ilçesi.

Bir başka çarpıcı ilginçlik ise ; ikisi de Ermeni, ama beslendikleri kaynak ve de geliştirmeye çalıştıkları Kürt kültürü ve müziği....

" Ez pîr dibim, dil pir nabe. " diyor Salih'e 102 yaşındaki Karabêt. Ve ekliyor ; " Dengbêj odur ki ; yedi gece ve gündüz kılam söylese de hala söyleyecek kılamı olandır." Bu yargıya niye varmış Karabêt, çünkü kılıç artığıdır ve kardeşi öldüğü gün bile ağlamamış, kılam söylemiştir.

Evet söylemiştir. Halen de kılam söylemeyi sürdürmektedir de. Peki sonuç nedir ? Yaban ellerde koskoca bir yoksulluktur kısmetine düşen. Ermenistan'ın insanı tir tir titreten soğuğunda çoğu kez bir dal yakacak odunu bulamadığı günlerde yatağından çıkamamaktır Karabêt'in garipliği ve Salih'in tanıklığı.

Yıllar önce Ankara'da genç bir Mülkiye öğrencisi iken 1976'larda Sovyet Elçiliğine gitmiştim.Elçilik yetkililerinden Erivan'da yaşayan Kürtlerle ilgili yayın sormuştum. Yanıt vahimdi. Vahim olduğu kadar da çarpıcıydı. Sovyetlerde böyle bir halk yaşamıyordu. Derinden yaralanmıştım. Ben ki Allah'ına kadar Sosyalisttim. Ve de halkların ancak Sosyalizmle haklarına kavuşacağı tezleriyle yetişmiştim. Ama "Reel Sosyalizm" yok, diyordu işte, kader utansın. Peki ala o halde o Erivan radyosundaki Kürtçe kılamlar da neyin nesiydi. Yoksa onlar da Sovyetlerin dağ Rus'ları falan olmasındı !

Salihê Kevirbirî'nin Karabet ê Xaço'su buna da verilmiş okkalı bir yanıt belki de...

* Diyarbakır yerinde durmaktadır
Ulu Cami ise tam da orta yerde.
Tanrı benimle birlikte zarif boylu sevdiğimin de dileğini,
Taht ve sıtaranın içinde tamamlasın.

** Salihê Kevirbirî, Karabetê Xaço. Si Yayınları. İstanbul.
-------------------------------------
O bir asırlık çınardı.Tam bir asıra sığdırdı yaşamını.
Bir gün Kürtlerin gizli kalan, yasaklanan tarihi yazıldığında, gün ışığına çıkarıldığında, öyle zannediyorum ki dengbejlerin önemleri ve yerleri ayrıyaten bir inceleme dalı olacaktır. İşte bu dengbejlerin içinde de olmazsa olmazlardan biriside Karapete Xaço dur.O dengbejlerin piridir, üstadıdır. Onun 1902 de başlayan yaşam hikayesi tamda bir acılar tarihidir.
Yaşamı geçen yıl , 2005 yılında 16 ocakta, fiilen son buldu ama gönüllerdeki yeri her zaman baki. Onun hakkında yazan bir gazetecinin şu sözleri çok anlamlı: "Karapete Xaço Ermenidir. Ama iddia edebilirim ki, bütün Kürtlerden yada Kürt sanatçılardan hiç biri diyemez ki ben Karapete Xaçodan daha fazla Kürt kültürüne ve sanatına hizmet ettim yada sahip çıktım.Üstelik Kürtlerin de ona çok fazla bir faydası olmadı. Ona destek sunma, onun gelişme imkanlarını yaratma gibi bir durum olmadı. Bu da, Kürtlerin toplumsal sorunlarından ve gericiliğin, parçalanmışlığın etkisinden kaynaklıdır.

Kürtlerin ezilen bir halk olma durumu, fakirliklerinin de etkisinin payı var. Dolayısıyla istenilen düzeyde kendi sanatçılarına, kültürüne değer verilemiyor. Halbu ki, hepimiz biliyoruz: dille yapılan sanat, yani söylenen stranlarla (serhat bölgesinde kılam denilir buna ) Kürt dili ve kültür değerleri her şeye rağmen korunuyor.

Denbejlik geleneğini sürdüren sanatçıların ve eserlerinin şahsında, Kürt insanı kendi kültürünü ve kimliğini koruyabilmiştir. Ama buna rağmen kendi sanatçılarına ve değer olarak büyüyen süren kültürel taşıyıcılarını yeteri kadar sahiplenemedi. Bunlardan bir tanesi de Karapete Xaçodur....

Yüzlerce amatörce doldurulmuş kaseti vardı. Çoğu birilerinin istekleri üzerine, karşılıksız doldurduğu kasetlerden oluşuyor. Bu insanlardan bazıları, bunları daha sonra götürüp, çoğaltarak ticari gelir haline getirmişler. O da diğer bir çok dengbêj gibi kasetlerinin telif haklarını veya anlaşmalarını hiçbir zaman yapmamıştır. Bu onun samimiyetini ve insanlara olan güvenini gösteriyordu." Karapete Xaço, Ermeni ve Kürt uluslarının birbiriyle kesişen, çatışan yazgılarının bir sembolu, ortak duyarlılıklarının bir sesiydi.bu asırlık çınar göçtüğünde arkasında binlerce kılama sığmayan bir hoş seda, büyük bir kültürel miras bıraktı bizlere.

Kürt ve Ermeni halklarının bu ortak değerinin Aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyoruz.

Not:Göz yaşları altında toprağa verilen Karapete Xaço, ardından binlerce klam ve çok sayıda Kürtçe kaset bıraktı.
1-Eyşana Elî
2-Zembîlfiroş
3-Genc Xelîl
4-Xumxumê
5-Hesenîko
6-Lê dihol e
7-Bişêriyo
8-Lê lê Edûlê
9-Xezal
10-Filîtê Qutu
11-Silêmanê Mistî
12-De Xalo
13-Mîrzikê Zaza
14-Lawikê Metînî(dayîkê)
15-Evdalê Zeynê
16-Hey babikê
17-Nûrê
18-Ay lo Mîro
19-Mîro wayê
20-Derwêşê Evdî
21-Yane yane
22-Lo dilo
23-Diyarbekir
24-Lê Canê
25-Saliho û Nûrê

KARABETE XACO VİDEOLARI



13 Ağustos 2011 Cumartesi

0 Diyarbakır'da Geleneksel Bir Meslek : Puşicilik

“Başındaki puşi midir............(lo lo)
Diyarbekir işi midir ...........(lo lo)”
Diyarbakır Halk Türküsü
Diyarbakır'da Puşicilik, 16. yüzyıldan beri Süryaniler ve Ermeniler tarafından icra edilen bir meslek olarak 20. yüzyılın sonlarına kadar varlığını sürdürmüştür. Diyarbakır ve civar şehirlerde dokuma, altın ve gümüş işlemeciliği vs. gibi neredeyse bütün meslek gruplarının Süryani, Ermeni, Keldani gibi Müslüman olmayan dini gruplar tarafından icra edilmiş olması dikkat çekicidir. Diyarbakır ipek dokumacılığı babadan oğla, kuşaktan kuşağa geçen bir meslek olmuştur. Meslek aynı zamanda sözü edilen gruplar için Müslümanlara karşı koruma alanı oluşturmuş, toplumsal saygınlık aracı olarak görülmüştür. Bu nedenle gayrimüslimler, mesleği uzun süre kendi aralarında geliştirmeye özen göstermişler, diğer taraftan Müslümanları bu meslek için yetersiz ve kabiliyetsiz görerek, onları meslekten uzak tutmuşlardır. Aslında Müslüman toplumun bakış açısının da bu ve benzer meslek gruplarını gayrimüslim gruplarla özdeşleştirdiği görülüyor. Toplumsal eğilim, gayrimüslimlerle özdeşleşen bu meslekleri zaten saygın görmüyor, dolayısıyla rağbet göstermiyordu. Ancak zamanla bu görüşün zayıfladığı görülmektedir. 1960'lı yıllarda gayrimüslimlerin batıya göç etmeye başlaması, Müslümanların mesleğe yönelmesine zemin oluşturmuş, gittikçe artan göçlerle gayrimüslimlerin nüfusu azalmış ve meslek içinde ihtiyaç duyulan iş gücü karşılanamaz hale gelmiştir. Böylece Müslümanlar gittikçe artan bir iş gücü ile mesleğe aktif bir katılım sağlamış, zamanla alanda başarı göstermişlerdir.

Gayrimüslimlerden oluşan meslek erbabı, Diyarbakır şehir merkezinin orta tabakasını oluşturmakta idi. Üst tabakayı yöneticiler, askerler ve şehrin yerli eşrafı oluştururken alt tabakayı ise üst ve orta tabakanın çeşitli hizmetlerini gören büyük bir nüfusa sahip kesim oluşturmaktaydı. Rus işgali nedeniyle bütün Doğu Anadolu'da olduğu gibi Diyarbakır da yoğun olarak göç vermeye başlamıştı . Birinci Dünya Savaşı sonrası göçleri de eklenince Diyarbakır şehir nüfusunda büyük bir azalma olmuştu. Bu, Puşicilik mesleği içerisinde Müslümanlar lehine bir değişim demekti.1 Civar bölgelerden şehir merkezine göç eden farklı sosyal yapılara mensup bireyler şehirde tutunabilmek için ucuz iş kollarına iş gücü sağlıyorlardı. Birçoğu Diyarbakır'daki meslekler içerisinde yer alan bu bireylerin zamanla mesleki bilgi ve becerilerini yaygın olarak geliştirmesi, Müslümanların bu mesleklerdeki ağırlığını hissettirdi.

Böylece üretimi tamamen terk edilmeden önce Puşicilik, bir meslek olarak Müslüman halkın ilgisini kazanmış, bunlar daha sonra dokumacı olarak mesleği sürdürmüşlerdir. Bugün Diyarbakır Puşi dokumacılarından yaklaşık otuz kırk kişi Diyarbakır merkezde, yakın bir sayı da şehir dışında yaşamaktadır. Dünyanın çeşitli ülkelerinde Diyarbakır'dan göç eden Süryani ve Ermeni Puşi sanatkarlarına rastlamak mümkündür.


Puşi kelimesi, örtü anlamında olup Farsça'dan Türkçe'ye geçmiştir. Günümüzde anlam daralmasıyla başa bağlanan veya sarılan bez anlamında kullanılmaktadır. Diyarbakır'da üretilen ipek kumaşa Puşi , üreticilerine Puşiciler denilmiştir. Oysa 1950'li yıllarda Diyarbakır'da üretilen ipek kumaşlar Puşi ile sınırlı olmayıp Puşi dokuma tezgahlarından daha teknik jakarlı makinelerde dokunan Mantin , Çiçekli Mantın , Canfes , Hake ve Gezi gibi kumaşlar da bulunmaktaydı.2 Ancak 1950'li yıllardan sonra üretilen ipek kumaşların kullanım alanı daralınca isim de buna göre şekillendi ve ipek dokumacılığına genel bir isimlendirme ile Puşicilik denildi.

Puşicilik 1960'lı yıllara kadar büyük ölçüde Süryaniler, kısmen de Ermeniler tarafından yapılmakta idi. Mesleğin bütün iş kollarını ayrıntısını sadece onlar biliyorlardı. Süryani nüfusun azalmasından sonra Müslümanlar dokumacı ve masuracı olarak meslekte yer almaya başladılar. Fakat verenler, her zaman Süryaniler oldu. İşverenlerin sahip olduğu tezgah sayısı, farklılık gösterir. Bazı işverenler on ve üzeri, bazıları ise daha az tezgaha sahipti. Puşi dokumacılığı evlerde yapılıyordu. Dokuma tezgahlarının sahibi olan işverenler aynı zamanda dokumanın yerini de belirlemekteydiler. Çalıştırdıkları dokumacı işçilerin evlerine de nadiren tezgah kurmaktaydılar. Özellikle Süryanilerin yoğun olarak oturduğu Meryem Ana Kilisesinin etrafı, Lale Bey Camii ve Behram Paşa Camii civarına kadar hemen her evde Puşi dokumacılığı yapılmakta idi. Diyarbakır şehrinin sembolü olan Puşi geniş bir alanda yaygın olarak üretilmekteydi.

Tezgah malzemesinin sert ve dayanıklı ağaçtan yapılmasına önem taşır, bunun için genellikle gürgen ağacı tercih edilmiştir. Çünkü ipek ip bir süre sonra tezgahın ahşap aksamını yıpratıp özellikle çözgü iplerinin uzandığı kısımlarda iz bırakır. Bu ise kumaş üretiminde hataya yol açar. Tezgahın dişbudak ağacı kökünden yapılan mekik gibi aksamı zeytinyağı veya beziryağında kaynatılır. Böylece sert ve kaygan olması sağlanır ve ipek ipliğe karşı daha dayanıklı hale getirilir. Tezgahlar kamçılı ve mekikli olmak üzere iki kısma ayrılır. Kamçılı tezgahlar 1960'lı yıllardan sonra daha çok tercih edilir hale gelmiştir.

Mantin Fabrikasından Bir Görüntü Diyarbakır Puşisi farklı renk, boyut ve çeşitlerde üretilmekte idi. Renkler: Kırmızı , Beyaz , Turabi , Almasti , Yeşil ve Siyahtır . Boyutlar talebe göre değişmekle beraber, 90, 100, 110 cm 2 gibi ölçülerle beraber 120, 140 ve 160 cm 2 ölçüler ise adeta standart hale gelmiştir. Bu arada 200 cm 2 kadar Puşiler de dokunmuştur.

Puşiler, iş sahibi Süryaniler tarafından öncelikle Diyarbakır ve çevresi, Güneydoğu Anadolu bölgesinin diğer illeri, Doğu Anadolu, İç Anadolu, Ege bölgesi olmak üzere yurt içinde, Suriye ve Irak olmak üzere yurt dışına kadar pazarlanıyordu. Puşiler çeşitlerine göre pazar bölgelerine ayrılmaktadır. İş verenler bölge taleplerine göre Puşi türlerini arz ediyordu. Kullanımlarına göre Puşi çeşitleri ise Kırmızı Kenar , Beyaz Kenar , Yedi Renk , Kesrevan , Telgrafi ve Almasti'dir .3

Dokumacılık evlerde yapıldığı için kayıt altında tutulmuyordu. Bundan dolayı da Puşicilik işi ile uğraşanların ve çalışanlarının sayısı, işçi maaşları, iş verenin elde ettiği gelir gibi konular hakkında kesin bilgimiz yoktur. Konu ile ilgili bilgiler tahminlere dayanmaktadır. Mevcut tezgah sayısına göre tezgahlarda çalışan işçi sayısı tahmin edilebilir. Diğer iş kolları da buna bağlı olarak değerlendirilebilir.
1970 yıllarında Diyarbakır il merkezi başta olmak üzere Silvan, Lice, Kulp ve Hazro ilçelerinde önemli miktarda ipek böcekçiliği yapılmakta idi. 4 Günümüzde ise sadece Kulp ilçesinin bir beldesinde küçük oranda üretim devam etmektedir. Diyarbakır şehir merkezi ve civar köyleri ipekböcekçiliği ve dokuma tezgahlarının en yoğun olduğu yerlerdir.5 Sayısı 300 adet olan bu imalathanelerde 1870 yıllarında 200 ustanın denetiminde 1500 yetişkin ve çocuk işçi çalışmaktaydı. Bu tezgahların hemen hepsi Diyarbakır şehir merkezinde bulunuyordu. Bu, Diyarbakır'ın bu faaliyetin merkezi olması ve dokumacıların ipek dokumacılığına yönelmeleriyle ilgilidir. Çünkü ipek kumaş dokuma daha yüksek vasıf isteyen ve kırsaldan çok kentlerde yapılmaktaydı.6 Diyarbakır'da canlı olan ipek dokumacılığı jakarlı makinelerle daha da canlanmıştır. 1880'lerde şehir merkezinde 100 erkek dokumacı, ipek çarşaf dokuyor ve her bir usta haftada bir adet çarşaf üretiyordu.7

İzmir Fuarında Diyarbakır İpek Dokuma StandıDiyarbakır dokuma esnafı, Birinci Dünya Savaşı öncesinde jakarlı dokuma tezgahlarını kullanmaya başlamıştır. Böylece daha kaliteli ve daha fazla kumaş üretimi sağlanarak dokuma piyasası, hem rekabet gücünü artırmış hem de üretilen malın birim fiyatlarını düşürmüştür.8 Diğer taraftan Diyarbakır'da ipekböcekçiliğin üretimindeki yüksek rekolte ve elde edilen ipeğin işlenmesi göz önünde tutularak Elazığ'da 1913 yılında kurulmuş olan İpekböcekçiliği okulu9 1930 yılında Diyarbakır'a taşınmıştır.10 Geleneksel el dokuma tezgahlarının dışında 1940'lı yıllara kadar faaliyetini sürdürmüş olan jakarlı makinelerden oluşan mantin kumaş fabrikaları vardı.11 Bu mantin fabrikaları, Müftüzade Hüseyin Efendi ile Direkçi Tahir Efendiye aitti. Burada üretilen kumaşlar biraz sert olmakla beraber sırmalı kısmından gelinlik yapılmakta ayrıca yorgan ve yastık yüzü olarak da kullanılmakta idi.12 1950'li yıllarda ise Diyarbakır ipek dokumacıları “Doğu İpek” adıyla bir şirket kurmuşlardır.

1958 yılında yapılan istatistiğe göre Diyarbakır'da üretilen ham ipek miktarı 50 000, suni ipek miktarı 15 000 metredir.13 1960 yıllarında ise en az 200 14, 1970 yıllarında en az biri motorlu olmak üzere 70 tane ipek kumaş üretim tezgahı çalışıyordu.15 Bu tezgahlarda üretilen ipek kumaşlar yurtiçinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu, İç Anadolu ve Ege bölgesinde, yurtdışında da Irak ve Suriye başta olmak üzere pazar bulmaktaydı. 1929 İzmir fuarında, Diyarbakır ipek dokuma fabrikalarında üretilen mantin kumaşlar birinci olmuştur.16 Ayrıca Diyarbakırlı iş adamları İzmir Fuarına uzun süre Diyarbakır'ı temsilen şehirde üretilen ipek kumaşlarla katılmışlardır.17 Puşi en son çıkışını yurt dışında yaparak 1973'te Münih'te düzenlenen el sanatları fuarında birinci olmuştur.18

Puşicilik birbirine bağlı birden fazla iş kolundan oluşmaktadır. Bunlar ise ipekböcekçiliği, kozadan ipin dolaplar yardımıyla çekimi, maklepler yardımıyla masuraya (farık) sarılması, masuralardan düvereye büküme götürülmesi, bükülen iplerin boyaya girmesi, serkar elinde kalemlere sarılması, dokuma için tezgaha gelmesi ve pazarlama için dükkanlara gönderilmesi gibi belli başlı iş kollarına ayrılmaktadır. Puşiciliğin bitmesiyle bu iş kolları da ortadan kalkmıştır.

Puşiciliğin Diyarbakır'ın doğal çehresine katkılarından birisi yine şehrin sembolü haline gelen dut ağaçlarıdır. İpekböceğinin yegane gıdası olan dut yaprağı Diyarbakır ve çevre ilçe ve köylerindeki dut ağacı yapraklarından karşılanmaktaydı. Daha Birinci Dünya Savaşı öncesinde Silvan'da bir milyondan fazla dut ağacı vardı.19 Şehir merkezinde sur içi evlerinin hevş denilen avlularında, sur dışında Hevsel bahçelerinde olmak üzere hemen hemen her yerde dut ağacına rastlamak mümkün iken Puşiciliğin bitmesiyle dut ağaçları da birer birer kesilmiştir. Günümüzde çok az da olsa geçmişten kalma dut ağaçlarına rastlamak mümkündür.

Puşiciler, Diyarbakır'ın sosyal, kültürel ve ekonomik hayatında önemli bir yere sahip olan mesleklerden sadece biridir. Bağımsız iş kollarına ayrılan Puşicilik, Diyarbakır'ın iktisadi ve kültürel hayatının en belirleyici unsurlarından biri olmuştur. Puşi, hem geleneksel kıyafetlerin hem de türkülerin önemli birer öğesi olarak Diyarbakır folklorunda önemli bir yer edinmiştir. Puşi yirmiyi aşkın Diyarbakır türküsüne konu olmuştur. Buraya sevilen bu halk türkülerinden birkaç örnek almak istiyoruz:

DİYARBAKIR PUŞİ TÜRKÜLERİ

Damda puşi işlerem
Kız yanağın dişlerem
Seni bana verseler
Saç bağın gümüşlerem.
.............
Dicle kenarı bostan ay le le le vay vay
Giyinmiş ipek fistan vay le lel le vay vay
Kerem eyle gel bana ay le le le vay vay
Kurtar beni bu yaştan vay le lel le vay vay
............
Haram sudan atladım
Mantin çarşaf topladım
Muradım olsun diye
Her derdine katlandım
Uy beni vay beni uy beni beni beni
.....................
Geymiş ipek çarşafı
On dört on beştir yaşı
Seni sevdim seveli
Sızlar bağrımın başı.
...................
Başında puşan gurban
Dudağan dişen gurban
Yalınız sana değil
Yanında eşen gurban
Hele nennide nennide nenni
Götürür yare beni.
.....................
Gülüm gider bostana
Gül doldurur fistana
Korkaram yağmur yağa
Mantin çarşaf ıslana
Aman gülüm yar gülüm
Ben sana hayran gülüm
Olayım kurban gülüm.
.....................
Esmer bugün ağlamış
Ciğerimi dağlamış
Kara kaşın üstüne
Siyah puşi bağlamış
Haydi yar yar yar
Kibar yarim esmerim
Sen hayınsın esmerim.
..............
Başı puşili yarim
Altun dişli yarim
Ne dedim de darıldın
Benden küsülü yarim.
.......................
Mantin çarşaf başında le can le can le canım
Kalem oynar kaşında le can le can le canım
On altıdan bir eksik le can le can le canım
On dört on beş yaşında le can le can le canım
Ben de sana kurbanım le canım.
.......................
Başındaki puşi midir ............(lo lo)
Diyarbekir işi midir ................(lo lo)
Bugün yarim bize gelmiş ...........(lo lo)
Bu da devlet kuşumudur ............(lo lo)
Lo lo sana hayran olsun ............(lo lo)
Lo lo sana gurban olsun.............(lo lo)
...............
Karşıdan görünürsün
Çarşafa bürünürsün
İpek çarşaf içinde
Ne güzel görünürsün. *
*Şevket Beysanoğlu-Salih Turan-Kubilay Dökmetaş, Diyarbakır Musikî Folkloru, Ankara: Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Yayınları, 1996.
Türkülerde de 20 görüldüğü üzere Puşiciler, Diyarbakır folklorunda önemli ve kalıcı bir iz bırakmıştır. Puşicilerin/Puşilerin türkülerde yoğun olarak yer almasının önemli bir nedeni de hemen hepsinin Diyarbakır türkülerini çok iyi okuyor oluşlarıdır. Kendi aralarında bir meslek dayanışması ve davranış biçimi geliştirmiş olan Puşiciler arasından yakın tarihte kaybettiğimiz Sami Hazinses gibi sanatçılarla Diyarbakır mahalli sanatçılarından Hüsnü İpekçi ve Mehmet Akyüz gibi isimler sayılabilir.

Günümüzde Puşinin kazandığı yeni anlam ile yukarıda türkülerde konu edilen Puşinin anlaşılması mümkün değildir. Bugün yaygın olan Puşi tamamen Arap kültürünün etkilerini taşımaktadır. Bu Puşiler desenlerinden renklerine kadar Diyarbakır tamamen Puşisinden farklıdır. Bunlar başka pazarlardan sağlanan Puşiler olup üretildikleri yörenin kültürünü taşımaktadır. Dolayısıyla bu yörelerden karşılanan Puşi ihtiyacı aynı zamanda ilgili kültürü de beraberinde taşımıştır. Özellikle Diyarbakır pazarına yirminci yüzyılın birinci yarısından itibaren Suriye veya Suriye üzerinden mal girişi sağlanmıştır.21 Bu da Diyarbakır Puşi üretiminin azalmasına ayrıca özgün kültür özelliklerinin kaybolmasına ve farklı algılamaların yerleşmesine neden olmuştur.22

Bu bakımdan ilgili türküler açısından da adeta bir belirsizlik ortaya çıkmıştır. Kültürel hayatın önemli bir katmanının birden, aktif hayat alanından çekilmesiyle hayatın kültürel alanında hiçbir şekilde doldurulamayan boşluklar ve telafisi imkansız kayıplar meydana gelmiştir. Şehir merkezinin pek çok açıdan önemli bir unsuru olan Puşicilerin göç etmesi, Diyarbakır'da bir çok alanın fakirleşmesine neden olmuştur.

Diğer taraftan tezgahla ilgili aksamın ifadesinde kullanılan sözcükler de Diyarbakır'a hastır. Dokumanın, boyamanın ve kozadan ipin çekilmesi işlemleri de Diyarbakır'a hastır ve diğer ipek dokumacılığı merkezlerinden de farklılıklar göstermektedir. Puşicilerin meslekle olan ilişkilerini kesmelerinden sonra bu sözcükler de kullanım alanından çekilmiş oldu. Bugün Diyarbakır'da dokumada kullanılan malzemeye hatta dokuma tezgahının en küçük parçası olan mekiğe bile rastlamak mümkün olmamıştır. Dokunan kumaşlardan Puşi dahi bulmak çok zor. Mantin kumaş bulmak ise mümkün değildir.23

Diyarbakır'da Mantin FabrikasıSon otuz yıl içerisinde tamamen yok olan Puşicilik, Diyarbakır kent merkezinde oturan Süryanilerin ve Ermenilerin göç etmesiyle24 beraber şehirde yok olmaya yüz tutmuş, Puşi ihtiyacı özellikle Arap ülkelerinden olmak üzere yurt dışından karşılanmıştır. Bu ise hem önemli ekonomik bir kayba hem de kültürel bir yozlaşmaya neden oldu. Türk kültürü üretim kaynaklarından birini kaybetmiş, aynı zamanda ülke insanlarının yaratıcı gücünün zayıflamasına neden olmuştur. Puşicilik, dünyadaki teknolojik gelişmelerin rekabetine dayanamamıştır. Özellikle Uzakdoğu ülkelerinden ihraç edilen ipek, iç piyasadaki maliyetlerin yüksek olmasından dolayı piyasayı kısa zamanda ele geçirmiştir. Bunun yanı sıra hem yurtiçi hem yurtdışı suni ipek üretimi de ham ipek üretimini olumsuz etkilemiştir. Bunlara bir de ülkenin yaşadığı toplumsal değişim sonucu geleneksel kıyafetlerin yerini modaya uygun giyim tarzına bırakması eklenince bir meslek kolu hayatımızdan, hem çok hüzünlü hem de bir dizi olayın ağır bir sonucu olarak sessizce ayrılmıştır.

KAYNAKLAR: 1 Şevket Beysanoğlu, Diyarbakır Tarihi, Cilt 3, Diyarbakır: Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür Sanat Yayınları, 2001, s. 1207-1208.
2 Orhan Aksu, Diyarbakır İpekçiliği, (Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi, lisans tezi, Danışman: Tevfik Eşberk), Ankara: 1944.
3 Diyarbakır Puşisinin üretimi durduktan sonra Diyarbakırlı bazı esnaf, Bursa'da Diyarbakır Puşisi özelliklerine uygun sentetik ipten Puşi dokuyarak pazara sunmuştur. Günümüzde bu Puşiler piyasada satılmaktadır. Bunlardan özellikle Kesrevan, Kırmızı Kenar, Beyaz Kenar ve Yedi Renk halen üretilip pazar bulmaktadır. Esasen üretilen bu tür Puşilerin talep gördüğü bölgeleri tespit etmek mümkündür. Mesela Yedi Renk çeşidinin pazarlandığı yerlerden birisi Tunceli olmuştu. Bugün Yedi Renk Puşi bu bölgede hala rağbet bulmaktadır.
4 Diyarbakır İl Yıllığı, Ankara: 1973, s. 539.
5 On altıncı yüzyılda Diyarbakır, Anadolu'daki önemli ticaret merkezlerindendir. Ayrıca Diyarbakır'da dokunan kumaşlar yurtdışına ihraç edilmektedir. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Cilt 2/2, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1954, s. 582; Diyarbakır ipek dokumacılığı Osmanlı Devletinde önemli ipek dokuma merkezlerinden biridir. On altıncı yüzyılda Osmanlı Devletine dahil olmasından itibaren Diyarbakır'ın önemli gelir kaynakları arasında dokumacılık bulunmaktadır. Bunun için bakınız: Yılmaz Kurt, “XVI. Yüzyılın İkinci Yarısında Diyarbekir Eyaletinde Sanayi ve Ticaret”, Tarih İncelemeleri Dergisi V , İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1990, s. 196-197; Nejat Göyünç, “Onaltıncı Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır” Belgelerle Türk Tarihi Dergisi , Sayı, 7, 1968, ss. 76-80; Nejat Göyünç, “Kanuni Devri Başlarında Güney-Doğu Anadolu”, Atatürk Konferansları V-1971-72 , 1975, ss. 61-74; Nejat Göyünç, “XVI. Yüzyılda Güney-Doğu Anadolu'nun Ekonomik Durumu”, Türkiye İktisat Tarihi Semineri , 8-10 Haziran 1973, Editör Osman Okyar-H.Ünal Nalbantoğlu, ss. 71-98.
6 Donald Quataert, Osmanlı İmalat Sektörü, İstanbul: İletişim Yayınları, 1999, s. 157.
7 Donald Quataert, Osmanlı İmalat Sektörü, İstanbul: İletişim Yayınları, 1999, s. 208.
8 Donalt Quataert, Osmanlı İmalat Sektörü, İstanbul: İletişim Yayınları, 1999, s. 127.
9 Cumhuriyetin 15'inci Yılında Diyarbakır, Diyarbakır, 1938, s. 46.
10 Güneydoğu, Birinci Müfettişlik Bölgesi, İstanbul, 1939, s. 394.
11 Usman Eti, Diyarbekir, Diyarbekir: Diyarbekir Halkevi Yayını, 1937, s. 37; Güneydoğu, Birinci Müfettişlik Bölgesi, İstanbul, 1939, s, 339.
12 Basri Konyar, Diyarbakır Yıllığı, c. 3, Ankara: Ulus Basımevi, 1936, s. 110.
13 Fahri Dalsar, Bursa'da İpekçilik, İstanbul, 1960, s. 497.
14 Fikret Gence, “Diyarbakır'ın İhtiyaçları”, Türkiye I. İpek Böcekçiliği Kongresi, 23-25 Mart 1957 Bursa, İstanbul, 1957, s.154.
15 Diyarbakır İl Yıllığı, Ankara: 1973, s. 539.
16 Basri Konyar, Diyarbakır İl Yıllığı, C. 3, Ankara, s. 110.
17 İzmir Fuarında Diyarbakır, Diyarbakır: Diyarbakır Halkevi Yayını, 1938, s. 38.
18 Adil Tekin, Diyarbakır Albümü, Diyarbakır, tarihsiz.
19 Basri Konyar, Diyarbakır Yıllığı, c. 3, Ankara, 1936, s. 150.
20 Suphi Martağan, “Diyarbakır Türküleri”, Ziya Gökalp Dergisi, Sayı 64, aktaran Mehmet Ali Abakay, Celal Güzelses, Diyarbakır: Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür Sanat Yayınları, 1995, s. 308.
21 Basri Konyar, Diyarbakır Yıllığı, C. 3, Ankara, 1936, s. 109.
22 Diyarbakır'da dokunan Diyarbakır Puşisi kendine özgü renklere ve motiflere sahiptir. Bunun günümüzde Puşiye yüklenen anlam ile bir ilişkisi yoktur. Dolayısıyla bu geleneksel değerin doğru tarihi ve kültürel geçmişinden koparılmadan değerlendirilmesi, göreceli algılamalara malzeme yapılmaması kültürel ve tarihi bir görevdir.
23 Esma Ocak Hanımefendiye ait “Diyarbakır Esma Ocak Evi” etnografik eşyaları arasında Diyarbakır'da dokunan muhtelif ipekli kumaşlardan 1930-1940 yılların modasına uygun bayan kıyafetleri bulunmaktadır.
24 Süryanilerin Diyarbakır'dan göçleri ile ilgili bakınız: Ahmet Taşğın, “Anadolu'nun Yok Olmaya Yüz Tutan Zenginliklerinden: Süryaniler”, VI. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi Genel Konular Seksiyon Bildirileri (İçel 18-22 Haziran 2001) , Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002, ss. 205-227.

29 Temmuz 2011 Cuma

0 Kürt Rock'u "Bé Wetan" ve Kaldırımlarda

Kürt Rock'unun 40 yıl önceye giden hikâyesini anlatan "Bé Wetan" belgeselinin yönetmenlerinden Halil Fırat Yazar, "Bé Wetan acılarını perdede izlemeyi sevenlerin haz almayacağı bir belgesel; sert ve acılara kafa tutan bir belgesel diyor.
Yönetmenliğini Mehmet Hadi Sümer ve Halil Fırat Yazar'ın yaptığı "Bé Wetan" belgeseli, Kürt rock'unun 1970'lerde Koma Wetan'la başlayan tarihini anlatıyor. Belgeselin yönetmenlerinden Halil Fırat Yazar ile konuştuk.
Kameranın ardındaki fikirlerin özgür olması gibi kameranın da özgür olması gerektiğini belirten Fırat, Bé Wetan (Vatansız) belgeseli, "acılarını perdede izlemeyi sevenlerin haz almayacağı bir belgesel" olarak tanımlıyor.
Fırat, Kürt rock müziğin beslendiği yerin, dengbéjlik geleneği olduğunu ve rock müziğin en iyi enstrümanının Kürt coğrafyası olduğunu vurgulayor ve "Kürt rock'ını diğer rock gruplarından ayıran temel nokta Kürtçe rock müzik yapanların Bé Wetan olmalarıdır" diyor.
Kürt rock belgeseli çekme fikri nereden doğdu?
Kürt rock belgeseli çekme fikrinin kaynağı Koma Wetan'dı. Bazen başından atamayacağın sorular oluyor, onlardan kaçabileceğin tek yer yine onların kendi cevaplarıdır. Koma Wetan'da bizim kuşağın bütün hayatında vardı; ama "kimdir bu adamlar?" diye sorduğunda aklınıza şarkıları gelip yüzü gelmeyen nadir sanatçılardandır. Koma Wetan da bizim hayatımızda cevaplanmamış bir soruydu.
Kürt Rock müziğinin bu kadar "yeraltında" üretiliyor olması bizim için işlenmeye değerdi; çünkü üretimin iyi olma ölçüsü, sahne almak veya televizyonlarda yer almak değil. Aksine tercihlerini kaldırımlardan yana kullanmaları ve popüler olanla iki kanlı gibi uzak ilişki kurmaları bu soruları çoğalttı bizde. Zaten sorular o kıvama geldikten sonra, cevaplara giden o trene kameranızı alıp biniyorsunuz. Biz de bu trene bindik.
Neden Bé Wetan ?
Belgesel üzerinde çalışırken bir şey fark ettik: Koma Wetan ülkesinden uzak sürgünde kurulmuş bir rock grubu; ama 2000'lerden sonraki rock gruplarını sadece müzik tarzı ile etkilememiş, aynı zamanda bu vatansızlık 'kaderine'ortak etmiş, miras bırakmış. Görüştüğümüz bütün Kürt rock grupları şu an kendi vatanından uzakta. Koma Wetan'ın adına tezat bir şekilde belgesele 'Vatansız' dememizin nedeni şu: Kendi vatanlarından uzakta ve yoksunluklar içinde olsa da, üretimleri ve politik tutumları ile kendi ülkelerinin gerçeğinin tam merkezindeler!

Kimlerle görüştünüz?
Koma Wetan grubunun kurucusu, bas gitaristi ve solisti Kerem Gerdenzerî, Koma Rewşen, Siya Şevê ve Ferec ile görüştük.
Belgesel çekiminde ne tür sıkıntılarla karşılaştınız?
Maddi sıkıntılardan çok bizim için 'sıkıntı', hatta oldukça fazla sıkıntı diyebileceğimiz şey başka aslında. Yapım koşulları sizi korkunç bir pazarın içine çekiyor. Özellikle devrimci ya da muhalif sinema yapıyorsanız bu ilişki ağı sıkıntıların en büyüğü; Çünkü muhalif fikirleriniz var, muhalif bir iş yapıyorsunuz ve kullandığınız malzeme direkt o pazarın ürünü, onu kullanmak zorundasınız.
Yani bir yanıyla direkt kapitalist bir ilişki ağına düşüyorsun. Hatta devrimci sinema ile yola çıkıp, bütçe bulma adına bakanlık 'desteği' gibi ilginç bir destek türü ile sistemle psikolojik bir barışa bile gidenler var.
Kameranın ardındaki fikirlerin özgür olması gibi, malzeme olarak kameranın da özgür olabilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Desteğini bu duygularla paylaşan ve yardım eden kişisel yaklaşımlar olsa da, canını dişine katıp filmini kotarma derdi hala muhalif sinemacıların dramı olarak devam ediyor; ama koşullar yavaş yavaş bizi bir araya getirmeye zorluyor.
Kapitalist pazarın müşterileri değil, dayanışma halinde olan muhalif sinemacıların birliği, yaptığımız işlerin vicdan sızısını giderecektir. Ve işte bir sıkıntıdan söz edilecekse o da budur sanırım. Gerisi, yaşamamız gereken sıkıntılardı, biz de layığı ile yaşadık...

Kürt rock müziğinin belgeselini çekerken olumlu veya olumsuz ne tür tepkilerle karşılaştınız?
Kürt sinemasında son yıllarda yapılan işlerin çoğu tarihsel ve güncel olarak yaşanan acıları içeriyor ki kesinlikle yapılmalıdır da. Beklentiler de biraz sizi buna itiyor. Yani yaşanmış o kadar trajedi varken, farklı konular işlemek biraz rahatsız edici olabiliyor. Bu dil izleyicide biraz alışkanlık yarattığından mıdır bilinmez ama siz tür olarak farklı bir konu işlediğinizde hafife alınabiliyor.
Belgeselimizin içeriğini öğrendiğinde hafife alanlarda oldu tabii; ancak bir şeyin bu topraklarda 'değer' kazanması için artık ölmesini beklememeye karar vererek çekmeye başladık.
Çünkü Kürtlerin sadece uzun ve sessiz planlara hapsedilecek acıları yok, inanılmaz yaratımları ve üretimleri de var. Bunlar coşkulu ve dinamik planlarla da anlatılmalıdır. Bé Wetan acılarını perdede izlemeyi sevenlerin haz almayacağı bir belgesel; hatta içerik olarak sert ve acılara kafa tutan bir belgesel. Gösterimde ilgi ve tepkiler genel olarak olumluydu.

Türk rock müziği çoğunlukla Anadolu rock ile kendine özgün bir alan yaratsa da Türk rock'ı Amerika ve İngiliz rock müziğin etkisinde kalmıştır. Sizce Kürt rock müziğinin esin kaynağı nedir, özünlüğü var mı?
Tabi ki İngiliz ve Amerikalı rock gruplar İkinci Dünya Savaşı sonrası bütün dünyayı etkilemiştir. Kürtler de bundan nasibini aldı. Müzikal altyapısı ve yorumlarda bunun etkisini görmek mümkün. Kürtlerin rock yapması için doğal bir neden daha vardı: Yüksek sesle ve müzikle dile getirecekleri bir dertleri vardı.
En kaba tanımıyla, rock bunun en yüksek sesle izahıydı. Kürt rock müziğini, Anadolu rock'tan da, diğer rock gruplarından da ayıran özellikleri vatansızlıklarıydı. Kerem Gerdenzerî bir yerde bize dedi ki 'Aslında gitarımız bizim silahımızdı. Fakat bu silah bir öldürme aracı olarak değil, bir ret etme ve namlusu sürgünlüğe, tutsaklığa dönmüş bir silah.' Bir 'Heseno bra'yı, ya da 'Sînê'yi, ya da 'Welatê me' şarkısını dinlediğinizde barut kokusunu hissetmeniz mümkün.
Bu namlu döndüğü kişiyi öldürmeyen, aksine bir özgürlük, bir kavga hissi ile yaşama döndüren bir namlu. Yani bu hayatta önünden kaçmamamız gereken tek kurşun.


Kürt rock müziğinin beslendiği kaynaklar nelerdir?
Kürt rock müziğinin kaynağını görmek aslında çok basit. Diyarbakır Van arabasına binin sağınızdaki solunuzdaki çetin dağlar ve engebeli coğrafya, ya da sert akan nehirler bu kaynağın ta kendisidir. Ferec mesela Hakkâri'de heavy metal müzik yapan bir grup. Newroz'da çıktıkları sahnenin önünde on binlerce insan, sahnenin sol tarafında ise yüksek karlı dağlar. O sahne üstünde çalan müzik ve o dağların sertliği aynı ölçüde. Yani Kürt coğrafyası bu kaynağın en güçlü enstrümanı. Tabi ki belgeselde görüştüğümüz bütün grupların kaynak olarak gösterdikleri dengbêjler var.
Yeni projeleriniz var mı?
Evet, Mihri Belli'nin bir anlatımından esinlenerek bir öykü yazdık. Şu an senaryoyu yazıyoruz. Bu yaz Diyarbakır'da çekmeyi öngörüyoruz. (NK/ŞA)

0 Diyarbakır "5 No'lu Cezaevi" Belgeseli

Yönetmenliğini Çayan Demirel'in yaptığı ve 1980 darbesi sırasında Diyarbakır Cezaevi'ndeki onurkırıcı muameleyi gözler önüne seren "5 No'lu cezaevi" Belgeseli.


Belgesel; 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra en ağır insan hakları ihlalleriyle anılan Diyarbakır 5 No'lu Cezaevi'nde yaşananları gözler önüne seriyor.

Belgesel tutuklu ve hükümlülerin çoğunun Kürt olduğu bu cezaevinde tüm tutuklulara, devletçe ne tür sistematik işkenceler yapıldığını ve nasıl Türkleştirme politikalarının uygulandığını da gösteriyor.

Dönemin askeri yetkilileri cezaevini bir "askeri okul" olarak nitelerken tutuklular o dönemi "vahşet yılları" olarak hatırlıyor. Onlara göre bu vahşetin zincirlerini kırabilmek için de tek bir yol vardı o da direnmek veya kendini feda etmek. Tutuklular zincirleri kırmak için mücadele ettiler.

Belgesel, cezaevinde yaşananları, direnenleri ve geride bıraktıklarını anlatıyor. "5 No'lu Cezaevi: 1980-84" belgeseli 30 yıl sonra yaşananları tanıkların ve yakınlarının diliyle bizlere aktarıyor.


Belgesel; 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde, Sinema Yazarları Derneği'nden (SIYAD 2009) ve 21. Ankara Film Festivali'nden en iyi belgesel film ödüllerini almıştı.

"5 No'lu cezaevi" Belgeseli: Yönetmen: Çayan Demirel, Yapımcı: Ayşe Çetinbaş; Görüntü yönetmeni: Koray Kesik; Montaj: Burak Dal; Müzik: Ahmet Tirgil; Yapım: Surela Film Yapım

Diyarbakır "5 No'lu Cezaevi" Belgeseli İzle